Pages

Ads 468x60px

21 Mart 2014 Cuma

Erkek Tarafı

Erkek Tarafı

                Alkolün verdiği yetkiye dayanarak akan zamanların suçu değil hiç bir şey. Dilin ucunda hapsolmuş konuşmaların tahliyesi için bahane içmek. Birazdan ışıklar kapanacak ve anasonun kapısı açılacak burada. Sonra, anılar, pişmanlıklar, kadınlar ve umutlar kapıdan elini kolunu sallayarak dizlerimize oturacak. Bana benzeyen çocukluğuma ağzı süt kokan, yüzü gözü doğru konuşmaya bulanmış hikayelere başlayacağım... Tüm anlatacaklarım hayatın namlusunu aklına dayamış, tetiği çekmek için bekleyen korkaklığımın rüyası. Hayat, gerçek anlamda uykusunda sızmış bir Tanrı'nın rüyasından başka ne olabilirdi ki zaten...
                Masayı ablukaya almış üç adamın eline yüzüne bulaşan zaman, gündüzleri yemek masası geceleri rakı masasına dönen masal kahramanı dikdörtgen masaya akıyor. Oradan, damarını henüz terk etmiş sıcak kan gibi tahrik edici kıvrımlarla gecenin karanlık sokaklarına kendini bırakıyor... Masanın çevresini kuşatan üç adam birer baykuş gibi sandalyelerine tünemiş önlerinde ağır ağır büyüyen kelimelere bakıyorlar. Kelimelerin bu sükut dolu anlaşmayı bozmasına en fazla bir kaç duble olduğundan habersizler elbet... Bunu ancak kelimelerin Tanrısı yazarınız olan ben ve onun Tanrısı olan O biliyor.
                Birbirinden daha looser*olmayan bu üç kaderin birlikte olma sebebi de birbirlerine aynı umutla bağlı olmaları. Tüm looser'lar gibi düştükleri çukurda yalnız olmadıklarını bilmek onlara yaşamaya sebep veriyor. Konuşmaya sebepleri, unutmaya sebepleri olan insanlar için yaşamamak için bahane de kalmıyor...
                Sessizliğin büyüsü altında, aklındaki kadınların gözlerinden damarlarına alkol veren bir hemşireye benzeyen rakı bardağına bakıyorlar.  Aklımızdaki kadınlar... Aynı zamanda aklında olduğumuz kadınlar... Üç adam, üç kadın. Üç kadın başka üç beş adam. Üç beş adamın bir kaç kat fazla başka kadınları... diye uzayan sonsuz denklemin tek bilinmeyenli sessiz harfleri olan bu üç adam konuşmaya başlamadan önce gelmişini geçmişini silip, tertemiz başlangıçlar yapamadıkları için susma haklarını kullanıyorlar. Rakının ağzı bıçak gibi keseceği zamana biraz daha varken zihin ekranlarındaki karıncalanma, yürek ceplerindeki sızı ocağın üzerinde sakin kaynayan süt tenceresi gibi durgunlar.
                Konuşmak. Yani konuşabilmek pek moda değil coğrafyamın maruz kaldığım noktalarında. Aslında ne güzel olurdu konuşmadan anlaşabilsek, hayvan gibi. Bazen aklımdaki o su berrağı düşünceleri, duyguları ifade edecek kelimeleri bulamadığım için uzuuuuuun yazılar yazarak arıyorum sesimi belki de? Belki de benim tarzım budur? Konuştukça karşımdaki camlar kırılıyorsa, sırları dökülüyorsa güzel aynaların ve canları yanıyorsa  çocukların, sesim zehirli uğursuz bir cadıdır belki? Belki kelimelerimin ucu daha yumuşaktır. Yayından çıkan düşüncelerim, hedefini daha az yaralıyordur? Bu üç adamın biri benim, belki. Kim olduğunun önemi yok bunları söyleyenin. Asıl önemli olan; hayatın kısa, kuşların göçebe olduğunu unutmadan söyleyebilmek ne varsa içinde. Çünkü pembe bulutlar en çok söylenmesi gerekenlerin havada görünmez bir darağacında idam ediliyor oluşuna ağlar... Masum gelecekler yerine, boynunda ölüm moru pişmanlıklar. Ardı arkası kesilmeyen tesadüfe bırakılmış sözler.  Kendine uygun bir beden bulamamış ruh gibi kendine ait cümleler bulamayan bir sohbet konusu. Biz böyleyiz. Bunu biz istedik.
                Acının en dayanılmaz saatinde uyumayan üç adam göğüslüyor dünyanın ağrısını sırtında... Bu vakitte lafı yalnızca sarhoşlar ve konuşacak çok şeyi olan düşünürler uzatmaz. Bu üçü her ikisini olma konusunda yetenekli fakat ikisini de olmamayı seçen  arafta çift vardiyalı çalışan Cümle mühendisleri. Mizaçları gereği gerekmedikçe doğru konuşmazlar.
                Uzun sessizliklerin uzun konuşmaları olur. Bardaktaki rakı miktarı azaldıkça, düşüncelerin önündeki siyah perde aralanıyor. Perde arkasında son provalarını yapan usta oyuncu, rolüne hazırlanıyor. Zaman genç bir adamın kirpiklerinde sallandıkça, kalabalıklaşan kelimeler büyük gruplar oluşturuyorlar. Toplumsal huzur için hazırlanan kelimeler, sokağa dökülmek için dilimizin ucunda birikiyor.
                Karşımdaki adam. Üç adamın ikincisi. Boş gözlerle dalıp gittiği yanan sigaranın dumanını takip ediyor. Striptiz direğindeki bir kadın gibi kıvrılan dumana bakarak neler düşündüğünü anlamamıza az kaldı ve aklında vakti geldiğinde hatırlamak üzere hazırladığı bol ödüllü bir filmden sahneler var. "Kendi cümlelerini, başkalarının kitapları, filmleri ve müzikleriyle beslemek yaşamanın en güzel kanıtıdır. " der ikinci adam hep... Ne haklı.  Bu masadan kalkıp sokağa çıktığımız anda #hayatsokakta diye bağırabiliriz. Aynı şairlerin aynı dizelerine dalıp ayrı hikayeler kurar; aynı filmdeki aynı sevişme sahnesinde ahlayıp vahlayabiliriz. Aynı ilahi sesin tınısında, aynı notada, aynı şarkı sözünde başbaşka insanlara mesaj atmaktan kendimizi alıkoyabiliriz. Ya da yukarıdakilerden hiç biri. Aynı anda, karşılıklı bir şekilde yüreğimizden geçeriz. Karşılaşmadan...
                Adamların ilki. Bir kaç yaş var ötekilerle arasında. Bu yüzden ne zaman masaya otursa kendini eksik hissediyor. Hayata ve alkole biraz geç başlamış. Öyle diyor. Bu yüzden abilerine yetişmek için hızla tüketiyor ve her seferinde ilk ağlayan o oluyor. Şimdi fırtına öncesi denizler gibi sakin ve dalgasız duran çocuk birazdan kocaman bir fırtınaya meydan okuyacak... Acemiliğinin ve hızlı çakır keyifliğinin ipleri eline almasından önce çocukluğunu gizlemek için susup, abilerini izliyor..
                Üçüncü olarak sizlere kendimi anlatmayacağım. Kendimi anlatsam da yanlış anlaşılacağımdan adım gibi eminim çünkü. Birinin beni anlaması için kelimelerden çok daha fazlasına ihtiyacı var.
                Sigaralar sönüyor, rakılar doluyor… Ruhun keyfine göre seçilen parçalar hayatın arka fonunda ağır ağır icra ediliyor çeşitli sanatçılar tarafından… 
                Adamlardan biri “ Hatırladım” diyor önünde ömrünün son demlerini yaşayan sigaraya bakarken. Birinin “Neyi?” demesini beklemeden devam ediyor:
                “Onu unuttuğumu hatırladım. İnsanın unutamayacağını düşündüğü birini unuttuğunu hatırlaması çok boktan bir durum gibi görünebilir ama öyle değil… Birini umutsuzluk içerisindeyken dahi unutmak… İşte bu yaşamanın, devam edebilmenin en güzel örneği.”
                “O unuttuğun kadın belki şu an seni hatırlamıştır ama gururu yüzünden seni aramaktan vazgeçmiştir? Sen ara diye dua etmiştir. Rakı tanrısı sesini duyup seni uyandırmıştır, ne dersin?”
                Hayatta ne yaparsanız yapın sakın rakı masasındaki bir erkeğe umut vermeyin! Çünkü O bu cümleden sonra başını rakıya gömüp, elini telefondan uzak tutmak için ancak 2 saat 13 dakika dayanabildi. Mesajına asla cevap alamayacağını bile bile üstelik…
                Gece sessizliğini bırakıp adamların ses tellerine sahneyi bırakmaya başlamıştı. Adamlar birer ikişer özlemlerini, geleceklerini, gerçekten sevdikleri  ama yanlarında olmayan insanları konuşuyor, ölümden, sevişmekten, ayrılıktan ve hayatın kendisinden bahsediyorlardı durmadan.
                Birkaç yıl, sırf aynı sınıfta olduğun için her gün yüzüne bakmak zorunda olduğun ama okul bitince görmek istemeyeceğin onca insanla, her gün her dakika görüşmek istediğin ama bazı anlaşılmaz nedenlerle – gurur, korku, bıkkınlık, uzaklık vs – bir türlü iki kaderini birleştiremeyen insanlar arasındaki bir ip cambazı gibiyim. Çaresizlik tanımı.
                Adamlar diyaloglarını masaya bırakıyorlar. Yazılmayacak, duyulmayacak ve asla hatırlanmayacak diyaloglar. Kahramanları aynı, senaryoları aynı, Yönetmenleri aynı ama sonu hep hüsran olan o film gibi işte…
.
.
.
.
.
.
.
.
                Tüm bu konuşulanlardan sonra rakı bitiyor. Gün gözlerini ovuşturarak dağların sıcak koynundan göğün soğuk sularına kendini bırakmak üzere…
                Adamlardan ikincisi son damlasına kadar kanını emdiği rakı şişesine bir, dışarıda ağaran havaya bir, odadaki adamlara bir, her şeye her kese birer bakış attıktan sonra dudaklarındaki ıslaklıkla
“Bazı kadınlar… Bazı kadınlar bizi gereğinden fazla dinler, ciddiye alırlar. Dinlemesi gerekenler  yani tüm bunları anlatmamız gerekenlerse asla dinlemez, inanmaz ve güvenmez… Rakıya konuşmak o yüzden kıymetli. Rakıya konuşmak, o kıymetli kadınlara konuşmaktır çünkü. Tüm konuşamadığımız ama unutmadan ruh cebimize sakladığımız kadınların bihaber ömürlerinin şerefine!”
                Boş kadehler son kez havaya kalkıyorlar. Yuvarlak masa şövalyelerinin kılıçları gibi çift vardiyalı emekçi masanın ortasında onur ve gururla, bir geceyi daha erkeklerin hayatlarına mıhlamanın zevkiyle buluşuyorlar. Öpüşüyorlar.
                Düşünüp adamın dediklerine hak verdikten sonra “ Bu hangi filmdendi” diye soruyorum.
                “Bizim hayatımızın filminden”.


19 Mart 2014 Çarşamba

Rüya Sokağı

Rüyalarımın tarihi
Tarih öncesi, insanlık sonrası bir noktada.
Ölümden hatıralar, yarım kalan hayallerden oyuncaklar falan.
Falanı filanı çok
yalanı dolanı yok.
en çok düşlerimde hissettim ve yaşadım. biraz sevdim herkesi
uyandım her ölü gibi.
takvimi unuttum, dökülen adları süpürmeyi de.

hangi yaşam
unutulmaz bir rüyadan kıymetli?

Şaban Sarı

17:00 S.Sok. 18.3.14.


10 Mart 2014 Pazartesi

BOŞ YÜREK

BOŞ YÜREK

Gün uyandı, gözlerinde güvensiz bir merak.
Dışarıda, yağmur rengi sokaklarda akan hayat
Aynı anda aklında, içinin tüm odalarında çürük vişne mevsimi
Kelimeler harflerini dökmeye yakın
Ama
Gün sustukça susuyor inatla.

Gece uyandı, dudaklarında çocukluğunun sırlı tadı
Karanlıkta sesler, aynalar fısıldaşıyor.
Ruhunu soyunan elbiselerin dansı saat.
Tek başına O. Tanrı yalnızlığı.
Kendi sesine hapsolmuş isimsiz yalanlarda büyüyor.
Kıpkırmızı bir yalan daha parmak uçlarında can veriyor.
Geceyi ayaklarının altından çeken yalnızlık
Kâbusların boynunda bıraktığı mor ölüme bakıp, susuyor.
İnatla.

Ansızın uyandım.
Yüreğimin orta yerinde boş bir sandalye, bana bakıyor.
Bacaklarından kan akıyor, kollarından aşağı süzülen koyu bir karanlıkla birlikte.
Terkedilmiş köhne bir ev gibi bir bedenin pencerelerinden bakıyorum ona
Tüm yalnızlığı ve suskunluğuyla oda bakıyor bana.
Ansızın ölüyorum.
Yüreğimin orta yerinde unutulmuş boş bir sandalye
Öylece duruyor. Beklediği biri var ama kim?

Bir sandalye ne kadar oturabilir içimde?

Yüreğimin boşluğunda aynalardan saklanan bir çocuk
Ne kadar susabilir? İnatla

Şaban Sarı

9/10.3.13

3 Mart 2014 Pazartesi

Ölmüş Günün

 ÖLMÜŞ GÜNÜN
Ölmüş günün ayakucunda öylece uzanıyor
Eskimiş bir kelimenin üzerinde elleri
Dilinde unutulmuş yabancıl dua
Tanrı’nın aklından geçip, bana geleceği saate çok var daha.

Ölmüş günün ayakucunda birden doğruluyor
Beklediği hayat geç kaldı, hiç böyle yapmazdı Tanrı.
-Geçer mi?
Soruyor göçmen bulutlara
Yağmur başlıyor sonra, neden bilinmez.
-İnanırsan geçer.
diye esiyor hergele bir rüzgar
Buna inanmak yerine, aklındaki kelimeleri kontrol ediyor.

Ölmüş günün peşi sıra yürüyor
Yürürken düşünürüm diye geçiriyor içinden.
-hatırlamak kolaydır yalnız yürürken-
Islak sokaklar, kuru dudaklarını arzuluyor.
Başını kaldırıp saate bakınca
Tanrı’nın sakalında sallanan çocukları görüyor.
Öteki berikine gülümsüyor…
Gülebilmek, tüm karanlığa rağmen o tek tebessüm…
Uzuyor yanaklarında can.

Ölmüş günün sonunda ölüyor.
Bir yıldız kaydığında onu tutmasın kimse
Kim bilir bir adamın çocukluk hayalidir düşen.
Kaderinin adına yakın yerinden kesilen canıdır kadın
Damla damla kan akıtır göğsünden anneler şimdi
Uzaklarda yarı adam yarı çocuk biri ağlıyorken
Sessizce unutuyor geç kaldığını çünkü uyuyan bir güzeldir mevsim.

Ölmüş günü kimse anımsamıyor
Dört nala koşan duyguların ardı sıra
Yürüyen kalabalıklarda kimsesiz bir çocuk gibi gözleri.
Bu saatte hiçbir anne baba, eş dost ya da sevgili sevişmez

Sakın ağzından tek bir kelime daha kaçırma…

Şaban Sarı

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...