Pages

Ads 468x60px

28 Mayıs 2014 Çarşamba

YAPISI GEREĞİ

YAPISI GEREĞİ

Yapısı gereği devrik durması gereken yalnız bir cümle
Apaçık çırılçıplak biraz anlamsız.
Uzadıkça bembeyaz bir ömrün satır aralarında yitirilmiş eski bir hatıra gibi kalıyor
Akılda.
Buğulanmış bir camın ardından seyredilen gökyüzü gibi uzak ilk çıkışı bir dudağın kapısından…

Yalnızlığın falanca derinliğine rağmen olanca gücüyle arkaya ilerletilmiş pişmanlıklar
Her göz göze gelindiğinde filanca bir yalanla bebeğini düşüren taşralı bir kadın tüm o sabahlar…
Ağlayan bebekler yüksek topuklu bacakların kucağında, oturan yaşlı ruhlar genç bedenlerde
Ve kıran kırana devam eden bir anlaşılmama savaşı tüm o ömürlerin içinde.


Mizacı gereği yanlış anlaşılması gereken jiletlenmiş konuşmalar
İnsanlar budadıkları hayallerini satıyorlar bitlenmiş kafalarının içinde, yok pahasına.
Nereye gidiyor bu kadar harf, kelime, cümle anlamak güç
Gecenin 3’ünde tüm sesler orgazmdan olmalıydı oysa.
En iyisi sesini açmak ocağın birkaç desibel daha ve ölmek aşırı oksijensizlikten…
Temizlemek elinden mürekkep izlerini, dudağından onun ruj izini
Temizleyememek namusunun beyaz çarşaflarını bu ülkede, o yüzden ölmek lazım aşırı sevgisizlikten

Yılların mesafelere bölümünden çıkan sonuç hiç iç açıcı değil
Üstelik ayakları kokuyor bazı harflerin. Yürütemiyorsun ömrübillah hiçbir ilişkiyi
Hiçbir ilişkiyi de düşünmedi üstelik bazı kelimeler, onlar yalnızca yazıldılar
Tıpkı okunmayacak antika sayılabilecek mektuplar gibi; isimsiz intihar mektupları gibi isme hitaben başlayan platonik aşk mektupları.
Zamanın problemi her şey, her şeye bir şekilde uyum sağlıyor nasılsa kelimeler ve insanları.

Bir kelimenin ucunu yaktığın zaman tüm şehirlerde yanan vücutlar bulabilirsin

Yapısı gereği dokunamazsın bazı ruhlara yine de!

Şaban Sarı 
Mayıs14'


8 Mayıs 2014 Perşembe

Ruh Parçası #150 Tavan Arasından Çıkartılan Batıklar

- Karanlık. Karanlıkta, sessizliğin dayanılmaz renksizliğindeyim Efendim. Gözlerim gözlerinizi göremiyor, neredesiniz? Hangi gezegenin saklı yüzünün ardında gizliyorsunuz kelimelerinizi? Hangi gökyüzünün altında saklambaç oynuyorsunuz yüzünüzdeki çocukla efendim? Susmayınız efendim. Benimle de oynar mısınız? Konuşur musunuz hiçliğimin içine doğru? Karanlığıma bir mum yakar, yolumu aydınlatır mısınız efendim? Lütfen geri dönün ve konuşun efendim. İçinizin dalgalarını benim kuru kıyılarıma bırakın efendim. Sürükleyin damarlarınızda dolaşan kirlilikleri kıyılarıma ve masmavi giderken unutun sahillerimi ama susmayın efendimiz. Alışık değiliz bu ölü sessizliğine…

- Düşünüyorum Atlas. Penceremden gördüğüm tüm bu gölgelerin gerçekliğini düşünüyorum… Baktıkça göremediğim daha büyük bir resmin eksikliklerini tamamlamaya çalıştıkça da gerçekliğin yanılgısına kapılıyorum. Düşünemiyorum belki de. Belki de insan düşündüğünü sanan bir eşyadır Atlas? Sözgelimi,  bacaklarından birini savaşta kaybetmiş bir masadır yahut içi boşlukla kavrulan paslı bir tenceredir insan dediğimiz. Onu gözümüzdeki boş mevkilere bizim aklımız getiriyor ve ona inanıyordur Atlas.

- Olabilir efendimiz.  Birini değerli kılan düşüncelerimizin yorumladığı sahteliktir belki de efendimiz…

- Zihnimin tavan aralarında sıkışıp kalmış tıkırtılara kulak veriyorum bazen Atlas. Elime aldığım her kara kaplı hatıradan kusursuz bir cinayet planı dökülüyor gözlerimin önüne. Sinsice alnıma kazılı isimlerin yolunu bekliyorlar Atlas. Bir hatıra geleceği öldürebilir mi?  Sen Atlas,  ölümden korkar mısın?  Yok olmaktan?  Göz açıp kapayıncaya kadar kaybolup gitmekten, varlığını yokluğa bırakmaktan korkar mısın? Unutulmak mıdır insanı korkutan ölümden, unutmak mıdır yoksa? Bir açıklaması olmalı ölümün ve zamanın. İçim sızlıyor Atlas. Kan kokusu dökülüyor üzerime de sanki gelecekten ulaklarla geçmişten yara izleri arasındaki muharebede çocukluğum arada kalıyor Atlas. Kan kokusunu yıkayabilir mi gözyaşları ölülerin? Ölüler de onlar için ağlayan canlıların haline ağlar mı Atlas? Şehri kandan kim kurtarabilir, savaşın galibi ya da mağlubu olmak fark eder mi Atlas? Ölüm müdür kâbus olan unutulmak mı Atlas!

- Bilmiyorum Efendim. Ben düşünemiyorum ve siz hepimizin yerine zaten düşünmekle meşgulsünüz. Düşünmeyin efendimiz.  Düşünmek size zarar veriyor efendim, bırakmalısınız bu kötü alışkanlığınızı. Kaybolup gittiğiniz uzaklarda bırakıp gelin şimdiye, düşüncelerinizi otelin birinde bırakın sanki başka bir yolculuğa aceleyle çıkarken unutulmuşlar gibi efendimiz. Yoksa ölürken unutacak sizi fikrinizdeki insan parçacıkları.

- Olmuyor Atlas, ne yaptıysam olmuyor. Fikirlerim ölmüyor. Ölümsüz fikirler yaratılmış aklımın  içinde… Bu kafatasının içinde cennetler ve cehennemler arasında mekik dokuyan kanatsız çocuklar var, sırtlarında boylarından büyük tecrübelerle Atlas. O kaderimi kesen katiller, fikirlerime işlemiyorlar Atlas.  Düşüncelerim ağrıyor, canıma fikrim batıyor Atlas ama yemin olsun ki olmuyor, fikirlerime ansızın fırlatılmış unutmak kalibreli bakışlar işlemiyor… Düşünmeden edemiyorum… Paramparça olan bir hikayenin satır aralarında geziniyorum. Tekrar tekrar  yaşanan paradokslar ve dejavular arasındayım.  Bu hikayenin en güzel cümlesini arıyorum, onu düşüncelerimden yaratmaya çalışıyorken olur olmadık cümlelerin işkencesinden geçiyorum Atlas. Koca bir ülkenin seksen kez bağımsızlık için geçtiği gece yarısı işkencelerini hayal ediyorum Atlas. Düşünüyorum ve yaşıyorum. Aklımda darbeye kalkan hatıra taburlarının postal sesleri, gözlerime çevrilmiş namlular. Alnımın çatında idam edilen gencecik gelecekler… Düşüncelerim çığlık çığlığa Atlas ama olmuyor Atlas, bu kadar kalabalığı susturmak için intihar etmek gerek!

-Anlamıyorum Efendim. Aynalardan daha çok tanıyorum sizi fakat ben de anlayamıyorum sizi artık.  Duaların gölgesine sakladığınız,  gökyüzündeki Baba’mızın parmaklarına kurduğunuz hamakta dinlendirdiğiniz sakinliğinizi bozan kem gözler nasıl olur da fikirlerinizin berraklığını bulandırabilir? Nasıl oluyor da zamanınızın ayarıyla oynayıp, kalbinizin ayarını bozabiliyorlar efendimiz? Onların gitmesine nasıl izin veriyorsunuz efendimiz! Sizi anlıyorum bazen ama gerisi hep anlamsız bir boşlukta bekleyen karga sürüsü… İzin vermeyin efendimiz, sakinliğinizi koruyunuz. Ne pahasına olursa olsun!

- Seninle bir Oğuz Atay romanının karmaşasında mı yoksa bir Cemal Süreya şiirinin sıcak koynunda mı tanıştık Atlas? Anımsamakta güçlük çekiyorum… Bildiğim ve asla unutmayacağım bana ne kadar da iyi geldiği yokluğunun… Öyle güzel bir yokluk ki daima varlığını sol cebinde taşıyan. Sonsuz boşluğumu doldurabilecek insanı yaratmadı henüz Tanrı.  Ben beklemek istiyorum senin avucunun satır satır çizilmiş çizgilerinde Atlas. Bir başka Cemal Süreya daha sevmeye, bir başka Kürk Mantolu Madonna’yı unutmaya ömrüm yetmez Atlas…  Bu hayatevini ücralığında ve kahpeliğinde ruhunu üç kuruşa pazarlayan bir fikir işçisi değilim. Sesimi susamış bedenlerin altına uzatıp bekleyemem onların içlerini boşaltmalarını, fikirlerimi hüzne boyamalarını Atlas. Zaman kıymetli… Unutma. Kelimelerim, ayrıca, gül ağaçlarının dibine çizilmiş dilek kağıtlarına konu olmamalı. Geçmişte unutulmak istiyorum ve gelecekte bulunmak Atlas. Yaşamak, evet yaşamayı en çok bunu istiyorum Atlas.  Cetvelle çizilmiş sınırlar içinde, ip gibi sıralanmış kaderlere mahkum olmak istemiyorum Atlas.  Her baktığım, kendimi gördüğüm bir aynanın ardında bir yabancının sırrını görmek, her soyunduğum bedende başka bir ruha dokunmak,  ben geçmişin rüzgarında hırpalanmış hayatlar istemiyorum Atlas. Bu kadar. Çok mu?

- Değil elbet efendimiz fakat sizin ulaşmanız zor efendimiz. Piyasada zaman kalmadı hiç. Aklı üç adım geride, fikri seksen adım havada şimdi herkesin. Saatleri hep yanlış sizinkinden erken ya da geçler efendim. Kollarında dövülmüş yara izleri ve yağmurlar çok can yakıyor efendimiz. Toparlanıp taşınmak, gitmek kolay değil bu havalarda bu izlerle. Yola çıkmak için hep yanlış saatte yanlış durakta bekliyor herkes.  Sınırlarımızda alışkanlıklara olan bağlılık, kendimizde gerçekleşecek en büyük ve tek devrimin en büyük engeli efendimiz. Anlamak istememekte dirençli bir topluluğun mensubu olmanız ne büyük şans (!). Siz bu akımın karizmatik tutkunlarından değilsiniz, olamazsınız. Sözde kalan aforizmatik tavlama sanatlarının çok ötesinde yaşıyor ve güneşi beklerken yıldızları saymanız sizi sıkıntıdan patlatabilir efendim. Can sıkıntınız  efendim, ruhunuzun bedeninize dar gelme hali, insanların sıkıntılarından daha geniş bir gökyüzüne sahip. Siz bir can sıkıntısısınız efendim. Evet.  Öyle bir cansıkıntısı ki  hep sevinçli , ofsayttan atılan bir gole sonsuz sevinir gibisiniz efendim.  Kaderiniz elinde kısmetsiz bir bayrakla sevincinizi yarım bırakmakta efendimiz…

- Kader… Üzerine kütüphanelerce senaryo yazılabilecek büyük senaryo(muz). Kader Atlas, ancak ipsiz bir kuyudur. Kısmetse içinden çıkılmaz bir labirent. Benim ne belirsizlikle ne de  çözümsüzlükle bir işim yok Atlas. Göğe bakalım. İçimizin aydınlattığı, gecenin gündüze dikildiği rengarenk göğe bakalım. Kalbimizin ritmine, doğanın kokusuna kulak verelim o zaman kuyu dolar yol görünür de belki o zaman labirentin çıkışını da buluruz. Anladın mı Atlas.

- Anlattınız efendimiz. Anlamayanlar utansınlar.  Hayatınızın kapısından geri dönsünler efendimiz. Anlaşılmamak için büyük bir oyuna kalkan beceriksiz palyaçolar onlar efendimiz. Samimi bir ölümle, hayatınızı arıyorken onlar kapınızda ölümlü bir uğursuzlukla kapınızda hayal satmamalılar efendim.

- Bırak neye inanmak istiyorlarsa inansınlar Atlas. Ben onların yüreğinde put olamam. İnançsızlıklarına ilahlık edecek kadar gücüm de yok zaten. Bırak unutamama hastalığının sehpasında idam edilsinler en inançsız halleriyle. İbrahim’in ateşi hepimizi yakarken ben hiç kimsenin Tanrısı olmayı göze alamayacak kadar alçağım Atlas.

_ Alçaklığınız alçakgönüllü bir iyi niyet ruhu oluşunuzdan efendim. Fakat sizi ilk kez bu kadar öfkeli görüyorum.  Her şeye karşı agresifliğinizin nedeni nedir efendim? Kendinize bir zarar vermenizden endişe ediyorum…

- Kendimden başkasına zararım olamaz Atlas. Merak etme. Kötülüğün rengi damarlarımda akmıyor ne yazık ki. İyi niyetimin kokusunu alan insanlar okyanusta bir damla kana koşan köpek balıkları misali iyiliğim için mandalla pervazlarına bıraktığım cümleleri paçavra niyetine kullanıyorlar Atlas. Kızamıyorum
Vaktimin boş odalarını hunharca kullanıp, ansızın çekip gidiyorlar Atlas.
Unutamıyorum
Filmlerdeki gibi öpüyorum canlarını, suretlerinin düşlerini saklıyorlar gerçekliklerini ama
Bırakamıyorum.
İyiliğim atlas, ah bu Tanrı kadar yufka yürekli oluşum öldürecek beni!

- Aman efendim. Siz ölmezsiniz. Yeniden hüznünüzden dirilir, nefes alırsınız.

- Saygı Atlas. Saygı duyuyorum ve saygı duyduğum her şeye değer biçiyorum. Varlıklarına saygı duyuyorum ve kıvrımlarına saklıyorum ismimi. Aptallaşmları gibi  olmaya alışık olmayışları, hayat çarpıyor bazılarını.  Şimdilerde moda bu çünkü; sevdiği başka seviştiği başka herkesin… Ne sevmekten anlıyorlar ne sevişmekten. Ben anladığımı iddia etmiyorum, lüzumsuz bir adamın saklı hikayelerini anlatıyorum yalnızca fakat vandallık edip kimsenin kaderini taciz etmiyorum da. Kadınlar konuştukları erkekleri sevmiyorlar Atlas. Onlar canlarını yakacak insanların ardında kul olmanın hazzına aşık. Erkekler bu işlerden pek anlamıyorlar zaten. Sıkıldım Atlas. Gidiyorum.

- Nereye Efendimiz?

- Bir Oğuz Atay romanında Selim Işık gibi intihar etmeye yahut bir Cemal Süreya şiirinde sevişme izni veren bir dize olmaya gidiyorum. Belki de Tanrı olmaya gidiyorum Atlas. Tanrı olup dünyayı değiştirmeye gidiyorum, kim bilir Atlas.


 -  Erken geliniz efendim.

Şaban Sarı  © 2014 mayıs

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Yıllar Sonra İlk Kez Bu Kadar Özgürüm

Yıllar Sonra İlk Kez Bu Kadar Özgürüm
Sabah ezanı okunurken uyandı. Puslu aklının derinliklerine işleyen ezgiye kulak verdi. Yıllar sonra ilk kez, sabah ezanını dinlemek için yatağında doğruldu. Yanında ölü gibi uzanan et yığınına, kocasına baktı. Ölü olmasını dilemiş olabilir, bilemiyoruz… Yıllar sonra günün geceden nöbeti devraldığı bu vakitlerinde neler düşünmüş olabilir bir insan ki… Hayatını film şeridi gibi gözünün önünden geçirebilir, yeni kararlar alıp yarının sahnesine öyle fırlayabilir. Sövebilir kaderine, şükredebilir bile. Bizimkinin aklında ise sonsuz bir boşluk ve uykusuzluğa karışan umutsuzluk.
                Kendiyle devamlı bir mücadele içerisinde olan bir insan. Yatağı terk edip güne başlamakla, ruhsuz kocasının yanındaki kendi sıcaklığına sahip yatakta kalmak arasında gidip gelen saat sarkacı gibi düşünceli Masal. İki karar arasında en mantıklı seçim hiç birini yapmamaktır belki de fakat o bunu düşünemeyecek kadar dalgın. Dalgınlığını dağıtmak için, sanırım, yataktan kalkmaya karar verdi.
                Yüzündeki su damlalarına gizlenen hayat izlerini, henüz uyanmamış beyaz bir havluyla silerken aynada göz göze geldi benimle. Yıllar sonra ilk kez. Yıllar olmuştu benimle göz göze gelme cesaretini gösteremeyeli. Sekiz sene önceydi en son bakışmamız… Mutluluğunu kanlı yatak çarşafında bıraktığı; geleceğini belindeki kızıl kuşakta unuttuğu; her şeye karşı inancını can yakan bir orgazm sırasında kaybettiği o günden beri hiç yüzüne bakmamıştı. Sanki masumiyetinden yüz çevirmiş. Aynalara küserek kendini affedebileceğine inanmıştı. İkimizin arasında sekiz yıllık bir uçurum vardı şimdi. Derin bir su kuyusunun dibindeki su birikintisine bakar gibi bomboş, bir şey göremeyeceğini bilen ama yine de arayış içerisinde olan gözlerle bana bakıyordu. Bense kuyudan gökyüzüne bakıyor fakat yılların gölgelendirdiği siyah bir kütleden fazlasını göremiyordum…
                Ben ölümsüz bir hatıra olarak aynalarda ve bir fotoğrafta yerimi alırken, zaman bu ölümsüzlüğümün bedelini ona iki kez ödetmişti sanki. Kendi bedeninin dört duvarına hapsedilen ruhunu çevreleyen rengi solmuş teni adeta boyası dökülen viran bir evi andırıyorken; gözlerindeki bulanık bakış pencereleri tozlu içi aydınlanmayan bir başka eve benziyordu… Benim yaşlarında içinde hüküm süren hayat, yıllar geçtikçe birer ikişer onu terk edilmiş ve yalnız bir ömre dönüşmüştü. İçinde yıkık şehirler, terk edilmiş köyler ve enkaz yığınına dönen ahşap hayallerden başka bir şey kalmamış… Bana hem nefretle hem de özlemle bakabilmesinin nedeni de bu olmalıydı; geçmişe özlem ve o güzel günlerin ardında kalmasına öfke…
                Bakışlarımız ikimizin aklında yeni kabuk bağlayan hatıralarımızı tatlı tatlı kaşındırıyor fakat yaralarımızı kanatmaktan, hatırlamaktan korkuyorduk. Ben onu geçmişten seyrediyorum, o beni gelecekten izliyor ve şimdi ikimizde birbirimize acıyan gözlerle bakıyorduk… O bana, tüm masumiyetimle kaderin başıma getireceği fırtınalardan habersizliğim yüzünden; bense ona hiçbir zaman kavuşamayacağı aklımdaki umutları nedeniyle üzülüyordu. Hatırlamanın kaçınılmaz olduğu bir saate girdik az önce. Her şeyin kötü bir kabus olmasını dileyerek başını iki yana salladı ama hala karşısında ona bakıyordum. Tam bana bir şey söyleyecekken içeriden ağzı küfür kokan bir adamın sesi işitildi.
                “Masal! Kahvaltıyı hazırla açlıktan geberiyorum!”
                Kocasının hayvani bağırışlarını kesip evi bir an önce onun yönetimine bırakıp gitmesi için kahvaltısını hazırlamak için mutfağa yöneldi. Bana son bir bakış attı. Bu bakış, kıskançlık yayından fırlatılmış zehirli bir ok gibiydi fakat aynaların sırrını aşamadı…  Beni unutmaya gücü yetmedi yine.
                Yataktan altında sadece donuyla doğruldu Yasin. Bir tankın namlusu gibi hedefini arayan önündeki organını tutarak tuvalete gitti. Ne masal biliyordu; o çok övündüğü namlusunun tutukluk yapan paslı bir tüfek olduğunu ne de Yasin…
Evlendiğinde kız tarafının, yani babamın, aldığı aynalı komidinin önündeki çerçeveden izliyordum onu. Sekiz sene evvel onunla ilk ve son kez birlikte güldüğüm anın ölümsüzlüğe sıkışmış ve orada kalmıştım. Yanımda sekiz yıl önce aşık olduğumu sandığım adamın sonu. Benim gibi konuşamıyor o zaten onu biraz da bu çok konuşmayan halleriyle sevmiş, kaderimizi kördüğümle birbirine bağlamıştım. Sekiz yıldır öteki Masal bu kördüğümü ne çözebiliyor ne de kesip atabiliyor. Sessizliğe kapılıp göğüne kanat çırptığım adamın altında kirli bir çarşaf gibi ezildikçe özgürlüğüme kaybettim o ise sesini kazandı. Yerlerimin ve göklerimin hakimi olduğunu düşünerek uğursuz bir eşya gibi kullandı beni…
O günden beri kendimi ve evlendiğim adamı sadece bu fotoğraf karesinden izliyorum. Masal’ın bu hayatı yaşıyor oluşu benim unutulmaya yüz tutmuş mutlu bir anı olarak onu izliyor oluşum ne kadar adildi? Bir insanın hayatının en mutlu gününün aslında hayatının son mutlu anı olduğunu bilemiyor, göremiyor oluşu ne kadar kötü…Parmağındaki zincirden ve esaretten kurtulma şansını elinden alan sınırlar. Kalemini kırıp, hayatını karara bağlayan kurallar. Masal hangi birine söveceğini bilemiyordu hiç. Oysa evlilik onun için ne büyük umutlara gebeydi. Düşük yaptığı geleceklerinden sonra anladı ki evlilik, toplumu ve inancı tatmin etmek adına uyulması gereken bir zorunluluk bir şarttı. Buna kendini o kadar kaptırmıştı ki ona gülümseyen her erkeğin ona aşık olup, onun mutluluğundan başka bir şey düşünmediğini sanmıştı. Dava karara bağlanıp, kelepçeler parmağa geçirilip, hücrede başbaşa bir gece geçirildiğinde yani elde edilmesi gereken elde edildiğinde madalyonun diğer yüzü doğuyordu ufukta. Sevdiğini sandığın adamın aslında nefret ettiğin adam olduğunu öğrendiğin o an ölmek istiyorsun ama ölemiyorsun. Birinin eşi olmak, namus, cinsiyet, kadın, elalem, din maskesiyle insana sunulan bir çeşit zorunluluktu bu. Eğer sekiz yıl evvel benim yaşlarımdaki Masal evliliği ve hayatı televizyon dizilerindeki gibi düşünüp buna inamasaydı ve yanlış kararlar almasaydı her şey ne kadar değişebilirdi? Fakat ne yazık ki herkes seçimlerinin değil yaptıklarının cezasını ödüyordu. Masal buna inanmış ve sekiz yıl önceki kendinden köşe bucak kaçarak bunu hatırlamayacağını düşünüyordu….
İnsanlığını soyunup odanın ortasına atan bir adamın karısı olup, sekiz yıl hayvan gibi becerilmekten nasıl kaçabilirdi ki? Uzaklarda bildiği tattığı bir hayat yoktu, elindeki mutsuzluk belki de onun tek sahip olabileceği senaryoydu… Fakat ben hak etmemiştim. Köpek gibi becerilmeyi hak edecek hiçbir şey yapmış olamazdım. Buna katlanıyor oluşuna bu yüzden kızıyordum Masal’ın!.
Tüm bunları tuvaletten dönmüş olan Yasin’i çerçevenin içinden izlerken düşünüyordum. Sanki izlendiğinin farkına varan Yasin’in gözü fotoğrafın üzerinde gezindi. Yüzündeki o ifade pişmanlık mıydı yoksa kadere isyan mı anlayamadım.
Yasin çıktıktan sonra ev Masal’a kaldı. Ardında bıraktığı boşluğu ancak gece yarısı başka kadınların kokularına karışan alkol kokusuyla eve dönüp, karanlıkta Masal’ın boşluklarını acele ve beceriksiz hareketlerle dolduruncaya değin Masal rutin işlerine bakıcaktı. Çamaşırlar, bulaşıklar yıkanacak. Yemek hazırlanacaktı eve kocası erken gelirse aç kalmasın diye. Hala ne kadar iyi bir insandı. Onu aldatan onu bir hizmetçi gibi kullanan adama karşı hala biraz iyi niyet… İyi niyetinden ölebilirdi.
Bu gece beklemeyecekti ama Masal. Bunu biliyordum. Her gece olduğu gibi bu gecede teri bira kokan kocasının ışığı açmadan onu soyup becermesini sonrada kıçını dönüp uyumasını beklemeyecekti. Ona büyük bir süprizi vardı Masal’ın bu gece.
Zaman nehrinden yavaşça aktıkça, Masal günahlarının bedeline ramak kalmasına rağmen rutinlerini büyük bir titizlike sürdüyorken onu hayranlıkla izliyordum.  Sekiz yıl önceki halimle onun katlandığı hiçbir şeye katlanamazdım ama onun katlanmaktan başka çaresi var mıydı? Hangi günah yaşamak kadar zordu bunu düşünmeliydim sanırım.
Tüm işleri bittikten sonra her şeye bir göz attı. Birkaç gün yetecek yemekler dolaptaydı. Tüm çamaşırlar kuru ve katlı, tüm tabaklar parlaktı. Ev sanki bir bayram günü gibi heyecanlıydı… Masal buradaki işinin bittiğini düşünerek yatak odasına gitti ve kapıyı usulca kapattı.
Gecenin bir yarısı anahtarın yırttığı sessizlikle uyandı ev. Yolunu zar zor bulan Yasin gürültüsüyle birlikte eve girdi. Tertemiz eşyaların arasından düşe kalka, söve saya yatak odasına girdi. Sekiz yılın getirdiği alışkanlıkların ritüelimsi havasında önce gömleğini sonra pantolonunu çıkarttı.  Yatağa sokuldu. Sokulurken dengesini kaybetti ve tüm karanlığa rağmen her şeyin şahidi olan benim bulunduğum fotoğraftaki çerçeveye çarptı. Düştüm ve kırıldım. Canıma batan cam kırıklıklarının arasından Yasin’in son anlarını izliyordum. Karısını arıyordu onun boşluklarını doldurmak ve kendi içindeki uçurumları doldurmak için… Sekiz yıldır ilk kez karısını yatakta bulamamıştı. Bunu düşünecek halde değildi. Pek berrak olmayan zihnini çok yormadan yatağa bıraktı çöp yığını bedenini. Sızdı.
Tüm karanlığa rağmen yaşanan her şeyin tek bir şahidi kız tarafının aldığı komidinin üzerindeki çerçevede gülümseyen ben, sekiz yılın hüzünlü kokusunun sindiği halının üzerinde öldüm.
Ben öldüm. Evet. Son gördüğüm fotoğrafise; tüm her şeye ancak sekiz yıl dayanabilen Masal’ın tıpkı fotoğraftaki gülümsemesi ve gelinliğiyle kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi tavanda asılı oluşuydu.
Ve son duyduğum ses, yıllar sonra çok uzaklarda okunan bir sabah ezanıydı başka bir Öykü’nün dinlemek için doğrulduğu.


Şaban Sarı

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...