Pages

Ads 468x60px

20 Aralık 2014 Cumartesi

Hüzünlü Bir Kadına

Bir sokağın ağlayışı
can yakıyor.
kesik kesik gökyüzü
gözyaşı kanıyor.

canım yanıyor, cehennem gibi
anlatması güç
ölmesin sokaklar gece yarıları
bedenimi basıyorum kaldırım taşlarına.

bir kadının çığlığı
unutulmamış bir hatıranın acıklı şarkısıdır.
anlamlara, söylenmemişliklere, farklı dillere göre çekimlenir
ve
rüzgarın savurduğu o kemiksiz kelime, ok gibi
canım yanıyor, özlem batıklarım kanıyor.

bir kadeh şarabın tadı
ucuz sokak fahişelerinin adı
yalnızlık. hüzündür karşılığı.
herkes biraz piç ve bir pezevenk kadar ağlamaklı.

canıma su karıştı
ağlatmayın sokaklarda yürüyen kadınları.

canıma rakı karıştı,
sözcüklerin duası bulandı...

Şaban Sarı 'Aralık 14



1 Kasım 2014 Cumartesi

Keşişlerin kafası İlahlarla Dolu

İç dünyasının karmaşıklığından kaçarken
Orta Doğu'nun kucağına düşen
Katmandulu bir keşiş tanıdım.

Anlamadığım dillerde öğütlerle besledi ruhumu.

İşgüzar bir ilahın peşinde iz sürerken
aklımın ucundaki uçuruma sürüklendiğini anlamamıştı henüz.

Oysa benim içimde çocuklar gibi bisiklet süren bir ilahın putları
benim içimde göçük altında kalmış bir babanın feryadı
benim aklım da fikrimde yozlaşmış sokaklarıyla bir şehir, Katmandu 'da.

Keşiş bilmediğim bir dilde ağlıyordu.
Ağlamak kültürel bir farklılaşmanın ilk basamağı olabilir mi?
biz ölümün soğuk taşı üzerinde anı tüttürüyorduk karşılıklı.
İki farklı dilde ağlarken, sekiz dilde sevişiyorduk keşişle.

Anlamadığım dillerde hikayelerle kandırıyordu çocukluğumu.

Mezarsız bir ölüye benziyor gördüğüm ilahlar
şarabı geceleri içer, gündüzleri papatyaları yerdi hepsi.
Şarap gibi karanlığın rengi, gündüzler papatya kokuyor belki bu yüzden.
Ölülerini yıkamayı alışkanlık haline getirmişti Arkadaşım keşiş,
elleri hep veda kokuyordu
belki de bu yüzden dokunduğu yerde ayrılık bitiyordu.

anlamadığım dillerde terk edildim.


keşiş kendi kendine konuşarak
bana uzun öğütler veriyordu.
kuşların kanatlarında dolaşırken arapsaçına dönen inancını anlatıyordu sanırım.
ve kanlı coğrafyamın en ateşli peygamberiyle yatıyordu şu an.

Anlamadığım dillerde ölümler gördüm.

Rüyamda Katmandulu bir keşişle seviştim sevgilim.
her şeye anlamadığım bir dilde cevap verebilirim.

İlahlarımı kutuya, çocuklarımı isimsiz bir yalnızlığa koyup gideceğim, işim çok.

Anlamadığım yerlerden saldırı altındayım.
Keşiş, sevgilime anlatacak bir hikaye bul en samimi deliliklerimden....



19 Ekim 2014 Pazar

İKİ BİRA İÇTİM VE ÇOK ÖZLEDİM

      İki bira içtim. Çok özledim. Bir ölünün kırkı çıkmamıştı henüz, bir bebeğin adı konmamıştı o zamanlar. Biz şimdi neydik?  ya da ne değildik bilmiyorum bile. Bir kaç kıyamet kopmuş, Tanrı insanı yaratmıştı.
Ben o vakitten beri , yani o kahrolası meyvanın yenilişinden beri iki bira içiyorum ama ilk kez özlüyorum.
Evet. Evet. fark ettim bunu ve şuan kalmak istiyorum. Sorsanız mitolojik bir tanrıya elbet "günah! "der buna. ama ben ilk kez özlüyorken içiyorum Tanrım, bir küçük torpil yapamaz mıyız bana? Yani bana da mı günah!
     Doğmadan önce küllerimden ankanın kanatlarında, çok soru sordum "neden?" diye. "neden?" dedim milyonlarca kez, neden? ama en çok özlemeyi merak ettim. Birini, bir şeyi, gelmişi, geçmişi özlemeyi merak ettim. Dedim " insan nasıl özler?".  Gelip geçen rüzgarlara, gelip kalan yalanlara, delip geçen kurşunlara, öldürüp dirilten Allah'a sordum: " nasıl özler bir insan ." Sordum en yakınıma, en uzağıma, bana en uzak olan sırtıma sordum. En sevdiğim kitaptaki Selim Işık'ı özleyen Turgut Özben'e sordum, "bazen" diyen Nejat İşler'e sordum özlemeyi. Ben daha önce hiç özlemedim. Cem adriana'a sordum. Kıırmızı Tuborg'a karısı yeşil Carslberg'e sordum Heineken'de  oturdukları o buz gibi  dairede. Sordum soruşturdum, aklımın iplerini kördüğüm ettim ama kayboldum özlemenin yemyeşil ormanında.     
Can çekişen bir ceylan gibi , aslanın pençesini yemiş bağrına, titriyordum. Can veriyordum, göğü görüyordum. yıldızlarında altında ölüyordum ama yine özlemeden bitiyordu.
Yükselen bir ses, bir nota en sevdiğim şarkı . Özlemekten bahsediyordu. "özledim " diyordu,"çok özledim" diyordu. Özlenen hep uzakta mı olmalıydı? Hep uzaktaki birini mi özlerdi insan?  İnan hiç bir fikrim yoktu.
Cevap alamıyordum. Aradığım kişiye şuan ulaşamıyordu. Numaram yoktu belli ki. Ben iki bira içiyordum. Ama çok özlüyordum, ilk kez.
Sanki o kıtayı ilk kez keşfederkenki gibi, ilk kez çaresiz bir aileye çocuk umudu aşılarmış gibi özlüyordum. Heyecan duyuyordum. Sessizce fısıldıyordum kulaklarıma " evet" diyordum " evet. bu özlem olmalı. sonunda beni de ziyaret ediyor işte".
iki bira içtim, bir kaç damla bıraktım gönlüme.biranın birazını döktüm ama hala özlüyordum, hala.
öpüyordum elbet kutsal bir kitabı öpermiş gibi biramı, başımın üstüne koyuyordum özlemi. İnsan karar vererek aşık olmaz demişti kıymet bulamamış bir filmde başrol oyuncusu, ben karar vererek özlüyordum. İnatçıydım, biraz sarhoş. belki de bu yüzden cenneti görüyordum. Bilmiyorum nerden esti kafama, ben  yazı yazmayı bırakmıştım ama hazır özlemişken yazmak istedim.
kalemim adıma bir şeyler karalarken ben dilim döndükçe özleme eşlik ediyordum. Bazı anlar vardır. Bazı mesafeler. Bazı hayatlar ve bazı kadınlar vardır ki nerede olursa olsunlar daima kulaklarında bir çınlama olur. Çünkü ben özlüyorum , onu anıyorum, onu düşünüyorum, onunla kendi kendime, sanki buradaymışçasına konuşuyorum. Kulaklarımın pasını onun ismiyle siliyorum. İki bira içiyorum, bir kadını özlüyorum ve biraz ağlıyorum.

tahrik oldum. iki bira ve çokça özlem tahrik ediyor insanı, deneyin

Şaban Sarı 181114 Ankara

8 Ağustos 2014 Cuma

İKİ KİŞİ

İKİ KİŞİ
-GGY
iki satır atlayıp kaldığı yerden yaşanıyor hikayeler
çocuklar bile biliyor artık bunu.
kahramanların ruhları kanıyor üzerine zaman atılıyor bir avuç
hatıralar terk ediliyor  arka sayfalarında senaryosunun.
çocuklar bile ölüyor artık.

okunan bir kitap gibi  kader, bitiyor.
çocuklar bile dört duvarına hapis kaderlerinin artık.

iki yaşamdan geçerek buluşuyor yollar ve insan.
kavuşan yer ve gök gibi geleceğin ufkunda kimi çocuklar
ve
sevişilen gecelerinin günahı gündüzlerin boynuna.
mesafelerin ayıbı alelacele öpülen dudakları bir kızın
sonraki sefere kadar yollara yükleniyor özlemin ağır yükü.
insanlar bile taşıyamıyor kendi ömrünü artık.

kaybedilen her şey bir sonraki güne kar kalıyor
insanlar bile kavuşuyor artık.

iki ömrün satır başına yazıldığında bir isim
ilk harfi büyük, kuraldır.
harfle başlıyor devrimi aşkın.
yağmurdan sonra aklına uğrayan taze bir gökkuşağıdır yakaladığın
göğe bırak kuyruğunu aşkın renginin.
uçurtmaların gökyüzünde özgürce dolaşıyor çocuklar ve aşıklar artık.

iki şiiri gece yastığının altına bırakan ilham perilerine teşekkür et.
çocuklar bile konuşuyor artık.

iki sözden sonra bir susuş arası. öpülesi günlerin hatrına.
çok konuşanı sevmez Tanrı.
çok seversen ancak açılır cennetin kapıları.
.çocuklar bile inanıyor artık.

iki adım daha atarsan düşeceksin kucağıma
evet en güzel cennet sıcaklığındır senin.
eminim.
çocuklar bile seviyor seni artık.

iki kişidir tüm mevsimler
iki.
çocuklar bile sevmiyor yalnızlığı
iki kişilik sev sen beni.

Şaban Sarı

1 Haziran 2014 Pazar

YABANCI BİR ŞEHRİ TANIMA KILAVUZU

YABANCI BİR ŞEHRİ TANIMA KILAVUZU 
-GGY

bu gökyüzü yabancı bana,
el bir şehre ne kadar uzaktayım.
hiç tanımadığım çocuk sesleri pencerelerinde evlerin
evler.... Pembe panjurlu düşevleri.
Gördüğüm tüm ölümleri yıkayan vakitli yağmurlar,
üzerimde.
üşütmüş bir kaç hatıra ceplerimde durur herkes gibi.
tanınmamak için gönlünü sakınan kuşlar
size bir şiir versem Kadıköy'den geçer mi?

bu gökyüzünün maviliği yabancı bana,
neresinden fethedilir birşehirbiryürek, nasıl?
yolları, kanatsız zamanın sırtında umutla tüketsem
hiç sevemediğim çocukların kokularına yetişmek mümkün.
sevdiğim tüm kadınları saçlarına saklayan huysuz bir rüzgar
aklımın satır aralarına vuruyor. hatırlar gibi unutuyorum.
canı yanan takvim yaprakları eylüldeyiz ya da bilmiyorum mevsimindeyiz.
ihtimal dahilinde tüm ilişkiler.
hayatın acemisi bakire fesleğenler
size bir hayat yazsam Kadıköy'de yaşar mısınız?

bu gökyüzü bir başkasının.
daha önce yoktu, yoktum kader falında
yeni mi bu Tanrım? Senaryosunu mu değiştirdin tekrar kıyametin?
söyler misin bana
nasıl dua edilir gözlerinden bir meleğin.
Günahlarımı çıkartabilir miyim girmeden içine.
zihnimdeki kırık yağlı boya tablolardaki tozlu yaşları silelim
bir de
hiç benim olmayan o çocuklara nasıl seslenmeli?

bu gökyüzünü bana ayır, öpeceğim.
pembe panjurlu evlerinin camlarından başlayacağım çıplak kalmaya
çünkü tüm pencereler geleceğe açılır muhtemel sevişme saatinden sonra.
Yitirmek kazanmanın başlangıcıdır, evet ama
önce çocuklar ve kadınlar yaşasın Tanrım, lütfen!
ruha can batıran bir kaç kıymık kelimenin huzurunda Tanrım
sana bir dua bıraksam Kadıköy'de kabul eder misin?


Şaban Sarı
Haziran14


28 Mayıs 2014 Çarşamba

YAPISI GEREĞİ

YAPISI GEREĞİ

Yapısı gereği devrik durması gereken yalnız bir cümle
Apaçık çırılçıplak biraz anlamsız.
Uzadıkça bembeyaz bir ömrün satır aralarında yitirilmiş eski bir hatıra gibi kalıyor
Akılda.
Buğulanmış bir camın ardından seyredilen gökyüzü gibi uzak ilk çıkışı bir dudağın kapısından…

Yalnızlığın falanca derinliğine rağmen olanca gücüyle arkaya ilerletilmiş pişmanlıklar
Her göz göze gelindiğinde filanca bir yalanla bebeğini düşüren taşralı bir kadın tüm o sabahlar…
Ağlayan bebekler yüksek topuklu bacakların kucağında, oturan yaşlı ruhlar genç bedenlerde
Ve kıran kırana devam eden bir anlaşılmama savaşı tüm o ömürlerin içinde.


Mizacı gereği yanlış anlaşılması gereken jiletlenmiş konuşmalar
İnsanlar budadıkları hayallerini satıyorlar bitlenmiş kafalarının içinde, yok pahasına.
Nereye gidiyor bu kadar harf, kelime, cümle anlamak güç
Gecenin 3’ünde tüm sesler orgazmdan olmalıydı oysa.
En iyisi sesini açmak ocağın birkaç desibel daha ve ölmek aşırı oksijensizlikten…
Temizlemek elinden mürekkep izlerini, dudağından onun ruj izini
Temizleyememek namusunun beyaz çarşaflarını bu ülkede, o yüzden ölmek lazım aşırı sevgisizlikten

Yılların mesafelere bölümünden çıkan sonuç hiç iç açıcı değil
Üstelik ayakları kokuyor bazı harflerin. Yürütemiyorsun ömrübillah hiçbir ilişkiyi
Hiçbir ilişkiyi de düşünmedi üstelik bazı kelimeler, onlar yalnızca yazıldılar
Tıpkı okunmayacak antika sayılabilecek mektuplar gibi; isimsiz intihar mektupları gibi isme hitaben başlayan platonik aşk mektupları.
Zamanın problemi her şey, her şeye bir şekilde uyum sağlıyor nasılsa kelimeler ve insanları.

Bir kelimenin ucunu yaktığın zaman tüm şehirlerde yanan vücutlar bulabilirsin

Yapısı gereği dokunamazsın bazı ruhlara yine de!

Şaban Sarı 
Mayıs14'


8 Mayıs 2014 Perşembe

Ruh Parçası #150 Tavan Arasından Çıkartılan Batıklar

- Karanlık. Karanlıkta, sessizliğin dayanılmaz renksizliğindeyim Efendim. Gözlerim gözlerinizi göremiyor, neredesiniz? Hangi gezegenin saklı yüzünün ardında gizliyorsunuz kelimelerinizi? Hangi gökyüzünün altında saklambaç oynuyorsunuz yüzünüzdeki çocukla efendim? Susmayınız efendim. Benimle de oynar mısınız? Konuşur musunuz hiçliğimin içine doğru? Karanlığıma bir mum yakar, yolumu aydınlatır mısınız efendim? Lütfen geri dönün ve konuşun efendim. İçinizin dalgalarını benim kuru kıyılarıma bırakın efendim. Sürükleyin damarlarınızda dolaşan kirlilikleri kıyılarıma ve masmavi giderken unutun sahillerimi ama susmayın efendimiz. Alışık değiliz bu ölü sessizliğine…

- Düşünüyorum Atlas. Penceremden gördüğüm tüm bu gölgelerin gerçekliğini düşünüyorum… Baktıkça göremediğim daha büyük bir resmin eksikliklerini tamamlamaya çalıştıkça da gerçekliğin yanılgısına kapılıyorum. Düşünemiyorum belki de. Belki de insan düşündüğünü sanan bir eşyadır Atlas? Sözgelimi,  bacaklarından birini savaşta kaybetmiş bir masadır yahut içi boşlukla kavrulan paslı bir tenceredir insan dediğimiz. Onu gözümüzdeki boş mevkilere bizim aklımız getiriyor ve ona inanıyordur Atlas.

- Olabilir efendimiz.  Birini değerli kılan düşüncelerimizin yorumladığı sahteliktir belki de efendimiz…

- Zihnimin tavan aralarında sıkışıp kalmış tıkırtılara kulak veriyorum bazen Atlas. Elime aldığım her kara kaplı hatıradan kusursuz bir cinayet planı dökülüyor gözlerimin önüne. Sinsice alnıma kazılı isimlerin yolunu bekliyorlar Atlas. Bir hatıra geleceği öldürebilir mi?  Sen Atlas,  ölümden korkar mısın?  Yok olmaktan?  Göz açıp kapayıncaya kadar kaybolup gitmekten, varlığını yokluğa bırakmaktan korkar mısın? Unutulmak mıdır insanı korkutan ölümden, unutmak mıdır yoksa? Bir açıklaması olmalı ölümün ve zamanın. İçim sızlıyor Atlas. Kan kokusu dökülüyor üzerime de sanki gelecekten ulaklarla geçmişten yara izleri arasındaki muharebede çocukluğum arada kalıyor Atlas. Kan kokusunu yıkayabilir mi gözyaşları ölülerin? Ölüler de onlar için ağlayan canlıların haline ağlar mı Atlas? Şehri kandan kim kurtarabilir, savaşın galibi ya da mağlubu olmak fark eder mi Atlas? Ölüm müdür kâbus olan unutulmak mı Atlas!

- Bilmiyorum Efendim. Ben düşünemiyorum ve siz hepimizin yerine zaten düşünmekle meşgulsünüz. Düşünmeyin efendimiz.  Düşünmek size zarar veriyor efendim, bırakmalısınız bu kötü alışkanlığınızı. Kaybolup gittiğiniz uzaklarda bırakıp gelin şimdiye, düşüncelerinizi otelin birinde bırakın sanki başka bir yolculuğa aceleyle çıkarken unutulmuşlar gibi efendimiz. Yoksa ölürken unutacak sizi fikrinizdeki insan parçacıkları.

- Olmuyor Atlas, ne yaptıysam olmuyor. Fikirlerim ölmüyor. Ölümsüz fikirler yaratılmış aklımın  içinde… Bu kafatasının içinde cennetler ve cehennemler arasında mekik dokuyan kanatsız çocuklar var, sırtlarında boylarından büyük tecrübelerle Atlas. O kaderimi kesen katiller, fikirlerime işlemiyorlar Atlas.  Düşüncelerim ağrıyor, canıma fikrim batıyor Atlas ama yemin olsun ki olmuyor, fikirlerime ansızın fırlatılmış unutmak kalibreli bakışlar işlemiyor… Düşünmeden edemiyorum… Paramparça olan bir hikayenin satır aralarında geziniyorum. Tekrar tekrar  yaşanan paradokslar ve dejavular arasındayım.  Bu hikayenin en güzel cümlesini arıyorum, onu düşüncelerimden yaratmaya çalışıyorken olur olmadık cümlelerin işkencesinden geçiyorum Atlas. Koca bir ülkenin seksen kez bağımsızlık için geçtiği gece yarısı işkencelerini hayal ediyorum Atlas. Düşünüyorum ve yaşıyorum. Aklımda darbeye kalkan hatıra taburlarının postal sesleri, gözlerime çevrilmiş namlular. Alnımın çatında idam edilen gencecik gelecekler… Düşüncelerim çığlık çığlığa Atlas ama olmuyor Atlas, bu kadar kalabalığı susturmak için intihar etmek gerek!

-Anlamıyorum Efendim. Aynalardan daha çok tanıyorum sizi fakat ben de anlayamıyorum sizi artık.  Duaların gölgesine sakladığınız,  gökyüzündeki Baba’mızın parmaklarına kurduğunuz hamakta dinlendirdiğiniz sakinliğinizi bozan kem gözler nasıl olur da fikirlerinizin berraklığını bulandırabilir? Nasıl oluyor da zamanınızın ayarıyla oynayıp, kalbinizin ayarını bozabiliyorlar efendimiz? Onların gitmesine nasıl izin veriyorsunuz efendimiz! Sizi anlıyorum bazen ama gerisi hep anlamsız bir boşlukta bekleyen karga sürüsü… İzin vermeyin efendimiz, sakinliğinizi koruyunuz. Ne pahasına olursa olsun!

- Seninle bir Oğuz Atay romanının karmaşasında mı yoksa bir Cemal Süreya şiirinin sıcak koynunda mı tanıştık Atlas? Anımsamakta güçlük çekiyorum… Bildiğim ve asla unutmayacağım bana ne kadar da iyi geldiği yokluğunun… Öyle güzel bir yokluk ki daima varlığını sol cebinde taşıyan. Sonsuz boşluğumu doldurabilecek insanı yaratmadı henüz Tanrı.  Ben beklemek istiyorum senin avucunun satır satır çizilmiş çizgilerinde Atlas. Bir başka Cemal Süreya daha sevmeye, bir başka Kürk Mantolu Madonna’yı unutmaya ömrüm yetmez Atlas…  Bu hayatevini ücralığında ve kahpeliğinde ruhunu üç kuruşa pazarlayan bir fikir işçisi değilim. Sesimi susamış bedenlerin altına uzatıp bekleyemem onların içlerini boşaltmalarını, fikirlerimi hüzne boyamalarını Atlas. Zaman kıymetli… Unutma. Kelimelerim, ayrıca, gül ağaçlarının dibine çizilmiş dilek kağıtlarına konu olmamalı. Geçmişte unutulmak istiyorum ve gelecekte bulunmak Atlas. Yaşamak, evet yaşamayı en çok bunu istiyorum Atlas.  Cetvelle çizilmiş sınırlar içinde, ip gibi sıralanmış kaderlere mahkum olmak istemiyorum Atlas.  Her baktığım, kendimi gördüğüm bir aynanın ardında bir yabancının sırrını görmek, her soyunduğum bedende başka bir ruha dokunmak,  ben geçmişin rüzgarında hırpalanmış hayatlar istemiyorum Atlas. Bu kadar. Çok mu?

- Değil elbet efendimiz fakat sizin ulaşmanız zor efendimiz. Piyasada zaman kalmadı hiç. Aklı üç adım geride, fikri seksen adım havada şimdi herkesin. Saatleri hep yanlış sizinkinden erken ya da geçler efendim. Kollarında dövülmüş yara izleri ve yağmurlar çok can yakıyor efendimiz. Toparlanıp taşınmak, gitmek kolay değil bu havalarda bu izlerle. Yola çıkmak için hep yanlış saatte yanlış durakta bekliyor herkes.  Sınırlarımızda alışkanlıklara olan bağlılık, kendimizde gerçekleşecek en büyük ve tek devrimin en büyük engeli efendimiz. Anlamak istememekte dirençli bir topluluğun mensubu olmanız ne büyük şans (!). Siz bu akımın karizmatik tutkunlarından değilsiniz, olamazsınız. Sözde kalan aforizmatik tavlama sanatlarının çok ötesinde yaşıyor ve güneşi beklerken yıldızları saymanız sizi sıkıntıdan patlatabilir efendim. Can sıkıntınız  efendim, ruhunuzun bedeninize dar gelme hali, insanların sıkıntılarından daha geniş bir gökyüzüne sahip. Siz bir can sıkıntısısınız efendim. Evet.  Öyle bir cansıkıntısı ki  hep sevinçli , ofsayttan atılan bir gole sonsuz sevinir gibisiniz efendim.  Kaderiniz elinde kısmetsiz bir bayrakla sevincinizi yarım bırakmakta efendimiz…

- Kader… Üzerine kütüphanelerce senaryo yazılabilecek büyük senaryo(muz). Kader Atlas, ancak ipsiz bir kuyudur. Kısmetse içinden çıkılmaz bir labirent. Benim ne belirsizlikle ne de  çözümsüzlükle bir işim yok Atlas. Göğe bakalım. İçimizin aydınlattığı, gecenin gündüze dikildiği rengarenk göğe bakalım. Kalbimizin ritmine, doğanın kokusuna kulak verelim o zaman kuyu dolar yol görünür de belki o zaman labirentin çıkışını da buluruz. Anladın mı Atlas.

- Anlattınız efendimiz. Anlamayanlar utansınlar.  Hayatınızın kapısından geri dönsünler efendimiz. Anlaşılmamak için büyük bir oyuna kalkan beceriksiz palyaçolar onlar efendimiz. Samimi bir ölümle, hayatınızı arıyorken onlar kapınızda ölümlü bir uğursuzlukla kapınızda hayal satmamalılar efendim.

- Bırak neye inanmak istiyorlarsa inansınlar Atlas. Ben onların yüreğinde put olamam. İnançsızlıklarına ilahlık edecek kadar gücüm de yok zaten. Bırak unutamama hastalığının sehpasında idam edilsinler en inançsız halleriyle. İbrahim’in ateşi hepimizi yakarken ben hiç kimsenin Tanrısı olmayı göze alamayacak kadar alçağım Atlas.

_ Alçaklığınız alçakgönüllü bir iyi niyet ruhu oluşunuzdan efendim. Fakat sizi ilk kez bu kadar öfkeli görüyorum.  Her şeye karşı agresifliğinizin nedeni nedir efendim? Kendinize bir zarar vermenizden endişe ediyorum…

- Kendimden başkasına zararım olamaz Atlas. Merak etme. Kötülüğün rengi damarlarımda akmıyor ne yazık ki. İyi niyetimin kokusunu alan insanlar okyanusta bir damla kana koşan köpek balıkları misali iyiliğim için mandalla pervazlarına bıraktığım cümleleri paçavra niyetine kullanıyorlar Atlas. Kızamıyorum
Vaktimin boş odalarını hunharca kullanıp, ansızın çekip gidiyorlar Atlas.
Unutamıyorum
Filmlerdeki gibi öpüyorum canlarını, suretlerinin düşlerini saklıyorlar gerçekliklerini ama
Bırakamıyorum.
İyiliğim atlas, ah bu Tanrı kadar yufka yürekli oluşum öldürecek beni!

- Aman efendim. Siz ölmezsiniz. Yeniden hüznünüzden dirilir, nefes alırsınız.

- Saygı Atlas. Saygı duyuyorum ve saygı duyduğum her şeye değer biçiyorum. Varlıklarına saygı duyuyorum ve kıvrımlarına saklıyorum ismimi. Aptallaşmları gibi  olmaya alışık olmayışları, hayat çarpıyor bazılarını.  Şimdilerde moda bu çünkü; sevdiği başka seviştiği başka herkesin… Ne sevmekten anlıyorlar ne sevişmekten. Ben anladığımı iddia etmiyorum, lüzumsuz bir adamın saklı hikayelerini anlatıyorum yalnızca fakat vandallık edip kimsenin kaderini taciz etmiyorum da. Kadınlar konuştukları erkekleri sevmiyorlar Atlas. Onlar canlarını yakacak insanların ardında kul olmanın hazzına aşık. Erkekler bu işlerden pek anlamıyorlar zaten. Sıkıldım Atlas. Gidiyorum.

- Nereye Efendimiz?

- Bir Oğuz Atay romanında Selim Işık gibi intihar etmeye yahut bir Cemal Süreya şiirinde sevişme izni veren bir dize olmaya gidiyorum. Belki de Tanrı olmaya gidiyorum Atlas. Tanrı olup dünyayı değiştirmeye gidiyorum, kim bilir Atlas.


 -  Erken geliniz efendim.

Şaban Sarı  © 2014 mayıs

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Yıllar Sonra İlk Kez Bu Kadar Özgürüm

Yıllar Sonra İlk Kez Bu Kadar Özgürüm
Sabah ezanı okunurken uyandı. Puslu aklının derinliklerine işleyen ezgiye kulak verdi. Yıllar sonra ilk kez, sabah ezanını dinlemek için yatağında doğruldu. Yanında ölü gibi uzanan et yığınına, kocasına baktı. Ölü olmasını dilemiş olabilir, bilemiyoruz… Yıllar sonra günün geceden nöbeti devraldığı bu vakitlerinde neler düşünmüş olabilir bir insan ki… Hayatını film şeridi gibi gözünün önünden geçirebilir, yeni kararlar alıp yarının sahnesine öyle fırlayabilir. Sövebilir kaderine, şükredebilir bile. Bizimkinin aklında ise sonsuz bir boşluk ve uykusuzluğa karışan umutsuzluk.
                Kendiyle devamlı bir mücadele içerisinde olan bir insan. Yatağı terk edip güne başlamakla, ruhsuz kocasının yanındaki kendi sıcaklığına sahip yatakta kalmak arasında gidip gelen saat sarkacı gibi düşünceli Masal. İki karar arasında en mantıklı seçim hiç birini yapmamaktır belki de fakat o bunu düşünemeyecek kadar dalgın. Dalgınlığını dağıtmak için, sanırım, yataktan kalkmaya karar verdi.
                Yüzündeki su damlalarına gizlenen hayat izlerini, henüz uyanmamış beyaz bir havluyla silerken aynada göz göze geldi benimle. Yıllar sonra ilk kez. Yıllar olmuştu benimle göz göze gelme cesaretini gösteremeyeli. Sekiz sene önceydi en son bakışmamız… Mutluluğunu kanlı yatak çarşafında bıraktığı; geleceğini belindeki kızıl kuşakta unuttuğu; her şeye karşı inancını can yakan bir orgazm sırasında kaybettiği o günden beri hiç yüzüne bakmamıştı. Sanki masumiyetinden yüz çevirmiş. Aynalara küserek kendini affedebileceğine inanmıştı. İkimizin arasında sekiz yıllık bir uçurum vardı şimdi. Derin bir su kuyusunun dibindeki su birikintisine bakar gibi bomboş, bir şey göremeyeceğini bilen ama yine de arayış içerisinde olan gözlerle bana bakıyordu. Bense kuyudan gökyüzüne bakıyor fakat yılların gölgelendirdiği siyah bir kütleden fazlasını göremiyordum…
                Ben ölümsüz bir hatıra olarak aynalarda ve bir fotoğrafta yerimi alırken, zaman bu ölümsüzlüğümün bedelini ona iki kez ödetmişti sanki. Kendi bedeninin dört duvarına hapsedilen ruhunu çevreleyen rengi solmuş teni adeta boyası dökülen viran bir evi andırıyorken; gözlerindeki bulanık bakış pencereleri tozlu içi aydınlanmayan bir başka eve benziyordu… Benim yaşlarında içinde hüküm süren hayat, yıllar geçtikçe birer ikişer onu terk edilmiş ve yalnız bir ömre dönüşmüştü. İçinde yıkık şehirler, terk edilmiş köyler ve enkaz yığınına dönen ahşap hayallerden başka bir şey kalmamış… Bana hem nefretle hem de özlemle bakabilmesinin nedeni de bu olmalıydı; geçmişe özlem ve o güzel günlerin ardında kalmasına öfke…
                Bakışlarımız ikimizin aklında yeni kabuk bağlayan hatıralarımızı tatlı tatlı kaşındırıyor fakat yaralarımızı kanatmaktan, hatırlamaktan korkuyorduk. Ben onu geçmişten seyrediyorum, o beni gelecekten izliyor ve şimdi ikimizde birbirimize acıyan gözlerle bakıyorduk… O bana, tüm masumiyetimle kaderin başıma getireceği fırtınalardan habersizliğim yüzünden; bense ona hiçbir zaman kavuşamayacağı aklımdaki umutları nedeniyle üzülüyordu. Hatırlamanın kaçınılmaz olduğu bir saate girdik az önce. Her şeyin kötü bir kabus olmasını dileyerek başını iki yana salladı ama hala karşısında ona bakıyordum. Tam bana bir şey söyleyecekken içeriden ağzı küfür kokan bir adamın sesi işitildi.
                “Masal! Kahvaltıyı hazırla açlıktan geberiyorum!”
                Kocasının hayvani bağırışlarını kesip evi bir an önce onun yönetimine bırakıp gitmesi için kahvaltısını hazırlamak için mutfağa yöneldi. Bana son bir bakış attı. Bu bakış, kıskançlık yayından fırlatılmış zehirli bir ok gibiydi fakat aynaların sırrını aşamadı…  Beni unutmaya gücü yetmedi yine.
                Yataktan altında sadece donuyla doğruldu Yasin. Bir tankın namlusu gibi hedefini arayan önündeki organını tutarak tuvalete gitti. Ne masal biliyordu; o çok övündüğü namlusunun tutukluk yapan paslı bir tüfek olduğunu ne de Yasin…
Evlendiğinde kız tarafının, yani babamın, aldığı aynalı komidinin önündeki çerçeveden izliyordum onu. Sekiz sene evvel onunla ilk ve son kez birlikte güldüğüm anın ölümsüzlüğe sıkışmış ve orada kalmıştım. Yanımda sekiz yıl önce aşık olduğumu sandığım adamın sonu. Benim gibi konuşamıyor o zaten onu biraz da bu çok konuşmayan halleriyle sevmiş, kaderimizi kördüğümle birbirine bağlamıştım. Sekiz yıldır öteki Masal bu kördüğümü ne çözebiliyor ne de kesip atabiliyor. Sessizliğe kapılıp göğüne kanat çırptığım adamın altında kirli bir çarşaf gibi ezildikçe özgürlüğüme kaybettim o ise sesini kazandı. Yerlerimin ve göklerimin hakimi olduğunu düşünerek uğursuz bir eşya gibi kullandı beni…
O günden beri kendimi ve evlendiğim adamı sadece bu fotoğraf karesinden izliyorum. Masal’ın bu hayatı yaşıyor oluşu benim unutulmaya yüz tutmuş mutlu bir anı olarak onu izliyor oluşum ne kadar adildi? Bir insanın hayatının en mutlu gününün aslında hayatının son mutlu anı olduğunu bilemiyor, göremiyor oluşu ne kadar kötü…Parmağındaki zincirden ve esaretten kurtulma şansını elinden alan sınırlar. Kalemini kırıp, hayatını karara bağlayan kurallar. Masal hangi birine söveceğini bilemiyordu hiç. Oysa evlilik onun için ne büyük umutlara gebeydi. Düşük yaptığı geleceklerinden sonra anladı ki evlilik, toplumu ve inancı tatmin etmek adına uyulması gereken bir zorunluluk bir şarttı. Buna kendini o kadar kaptırmıştı ki ona gülümseyen her erkeğin ona aşık olup, onun mutluluğundan başka bir şey düşünmediğini sanmıştı. Dava karara bağlanıp, kelepçeler parmağa geçirilip, hücrede başbaşa bir gece geçirildiğinde yani elde edilmesi gereken elde edildiğinde madalyonun diğer yüzü doğuyordu ufukta. Sevdiğini sandığın adamın aslında nefret ettiğin adam olduğunu öğrendiğin o an ölmek istiyorsun ama ölemiyorsun. Birinin eşi olmak, namus, cinsiyet, kadın, elalem, din maskesiyle insana sunulan bir çeşit zorunluluktu bu. Eğer sekiz yıl evvel benim yaşlarımdaki Masal evliliği ve hayatı televizyon dizilerindeki gibi düşünüp buna inamasaydı ve yanlış kararlar almasaydı her şey ne kadar değişebilirdi? Fakat ne yazık ki herkes seçimlerinin değil yaptıklarının cezasını ödüyordu. Masal buna inanmış ve sekiz yıl önceki kendinden köşe bucak kaçarak bunu hatırlamayacağını düşünüyordu….
İnsanlığını soyunup odanın ortasına atan bir adamın karısı olup, sekiz yıl hayvan gibi becerilmekten nasıl kaçabilirdi ki? Uzaklarda bildiği tattığı bir hayat yoktu, elindeki mutsuzluk belki de onun tek sahip olabileceği senaryoydu… Fakat ben hak etmemiştim. Köpek gibi becerilmeyi hak edecek hiçbir şey yapmış olamazdım. Buna katlanıyor oluşuna bu yüzden kızıyordum Masal’ın!.
Tüm bunları tuvaletten dönmüş olan Yasin’i çerçevenin içinden izlerken düşünüyordum. Sanki izlendiğinin farkına varan Yasin’in gözü fotoğrafın üzerinde gezindi. Yüzündeki o ifade pişmanlık mıydı yoksa kadere isyan mı anlayamadım.
Yasin çıktıktan sonra ev Masal’a kaldı. Ardında bıraktığı boşluğu ancak gece yarısı başka kadınların kokularına karışan alkol kokusuyla eve dönüp, karanlıkta Masal’ın boşluklarını acele ve beceriksiz hareketlerle dolduruncaya değin Masal rutin işlerine bakıcaktı. Çamaşırlar, bulaşıklar yıkanacak. Yemek hazırlanacaktı eve kocası erken gelirse aç kalmasın diye. Hala ne kadar iyi bir insandı. Onu aldatan onu bir hizmetçi gibi kullanan adama karşı hala biraz iyi niyet… İyi niyetinden ölebilirdi.
Bu gece beklemeyecekti ama Masal. Bunu biliyordum. Her gece olduğu gibi bu gecede teri bira kokan kocasının ışığı açmadan onu soyup becermesini sonrada kıçını dönüp uyumasını beklemeyecekti. Ona büyük bir süprizi vardı Masal’ın bu gece.
Zaman nehrinden yavaşça aktıkça, Masal günahlarının bedeline ramak kalmasına rağmen rutinlerini büyük bir titizlike sürdüyorken onu hayranlıkla izliyordum.  Sekiz yıl önceki halimle onun katlandığı hiçbir şeye katlanamazdım ama onun katlanmaktan başka çaresi var mıydı? Hangi günah yaşamak kadar zordu bunu düşünmeliydim sanırım.
Tüm işleri bittikten sonra her şeye bir göz attı. Birkaç gün yetecek yemekler dolaptaydı. Tüm çamaşırlar kuru ve katlı, tüm tabaklar parlaktı. Ev sanki bir bayram günü gibi heyecanlıydı… Masal buradaki işinin bittiğini düşünerek yatak odasına gitti ve kapıyı usulca kapattı.
Gecenin bir yarısı anahtarın yırttığı sessizlikle uyandı ev. Yolunu zar zor bulan Yasin gürültüsüyle birlikte eve girdi. Tertemiz eşyaların arasından düşe kalka, söve saya yatak odasına girdi. Sekiz yılın getirdiği alışkanlıkların ritüelimsi havasında önce gömleğini sonra pantolonunu çıkarttı.  Yatağa sokuldu. Sokulurken dengesini kaybetti ve tüm karanlığa rağmen her şeyin şahidi olan benim bulunduğum fotoğraftaki çerçeveye çarptı. Düştüm ve kırıldım. Canıma batan cam kırıklıklarının arasından Yasin’in son anlarını izliyordum. Karısını arıyordu onun boşluklarını doldurmak ve kendi içindeki uçurumları doldurmak için… Sekiz yıldır ilk kez karısını yatakta bulamamıştı. Bunu düşünecek halde değildi. Pek berrak olmayan zihnini çok yormadan yatağa bıraktı çöp yığını bedenini. Sızdı.
Tüm karanlığa rağmen yaşanan her şeyin tek bir şahidi kız tarafının aldığı komidinin üzerindeki çerçevede gülümseyen ben, sekiz yılın hüzünlü kokusunun sindiği halının üzerinde öldüm.
Ben öldüm. Evet. Son gördüğüm fotoğrafise; tüm her şeye ancak sekiz yıl dayanabilen Masal’ın tıpkı fotoğraftaki gülümsemesi ve gelinliğiyle kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi tavanda asılı oluşuydu.
Ve son duyduğum ses, yıllar sonra çok uzaklarda okunan bir sabah ezanıydı başka bir Öykü’nün dinlemek için doğrulduğu.


Şaban Sarı

26 Nisan 2014 Cumartesi

Ruh Parçaları # 149: Çırılçıplak gerçeklik

ÇIRILÇIPLAK GERÇEKLİK     
      Alışmıştım. Kaderlerinden şarampole yuvarlanmış düş kırıklıklarına ağlayan kadınlara ve onların gözlerinden topladığım korkuların umutsuz kokusuna alışmıştım...Alışmıştım. Uzun yolculukların bitmesini beklemeye alışmış, o yolculuklardan kalma yorgun bakışlara, sessiz iç çekişlere, uzaklara dalıp gitmelere bir hayli aşinaydım. Hızlı yaşarken zaman kaybından ölümü kucaklamış çocuklar mevsimi... Vakit. Dipsiz bir kuyu vakit.
      Anlatacaklarım hiç bir anlama gelmiyor. Alışık olduğun üzere sana aynaların ardından sırlı kelimeler sunacağım, biraz sarhoş olacaksın. Ne dediğimi anlamadığın zamanlarda, göğe sığınacak, dualar yakacaksın. Sessizliğini kurban edeceksin kitapsız tanrılara....
      Erkekleri tanımıyorum. Sana onları anlatamam. Katilleri bilmiyorum. Ölümden haberdarım bak, onu gösterebilirim. İnsanlara inanmıyorum, cennete ancak kuşları koymayı düşünüyorum. Doğru bir yolun varlığına inanmıyorum; sağlaması yapılmamış basit sonuçlardan bir tanesi göstereceklerim, o kadar. İnandığım ne varsa, içimde. Bana özel... Gerisi, gelecek.
      Kadınları kokularından tanıyorum. Ucuz ruh pazarlarında satılan, kalitesini yitirmiş esans şişeleri gibiler... Çürümüş elmaları ısıran ademlerin arasında dolanıyorum. Ben bu şehri bir rüyada gördüm. Rüyalara inanır mısın? Ruhların kokularını alamıyor musun? Hasta mısın? Biraz deli? Çok inanıyorsun, çıkart gömleğini. Ruhunun iplerini gevşet. Bana bırak bedenini. Ben bu bedeni bir rüyada öptüm. Seninle bir rüyada karşılaşmış olabiliriz, biliyor musun? Kokunu hatırlıyorum. En sevdiğim film senin de en sevdiğin film ve onun hakkında bir kaç ışık yılı konuştuk. Kolumdaki saat yalnızca yedi saniye ilerlerken.... Ben zamana güvenmiyorum. Nefesini tutmak isteyebilirsin? Uyurken öğrendim ki kadınlar ölülere zarar vermiyorlar....
      İki eli var  kadının. İki göğsü tabii. Ellerinden biri ardından kara bir bavul sürüklüyor. Patlamak üzere. İçinde hatıraları. Ellerinden boşta  olanı bana uzanıyor. Kirli tırnakları, aralarında can kırıntıları. Göğsünün birine yapışmış günahkar bir dua, öteki boşlukta bir o yana bir bu yana sallanmakta... Dilindeki akrep kasıklarındaki yelkovana uzanıyor, kadın saati tutamıyor. İlerleyemiyor. Üstelik sağır ve dilsiz. Geçmişinde bir gözü, öteki gelecek. Aç gözlülük...
      Saçlarını savuşturan, aklını dağıtan sert sözler sarf ediyorum. Hatırlamak istemiyorum. Bir görüntü gözünün önünde. Yabancı biri. Ben değilim. Bavulunu kurcala. Ben gidiyorum. Geçmişini düşün. Beni unut...
      Ben seni bir rüyada tanıdım. Orada kal.
      Kimseyi tanımıyorum. Bu yazı hiç yakışmadı üstelik göğsüme. Söküp atıyorum gökyüzünü ruhumdan. Çırılçıplak gerçeklik.
     
Şaban SARI

5 Nisan 2014 Cumartesi

Bilinçli-Bilinçsiz Kelimeler Mezarlığı

Bilinçli-Bilinçsiz Kelimeler Mezarlığı

       Bilincimin kapılarını kapattım. Ardıma bakmadan damarlarımda yürüyorum. Aklımın merdiven boşlukları. Kalbimin çapkın yalnızlık üfürümleri. Organlarımın işlevsiz kalmış eski fabrika depoları. Bilinçaltımın libido kokan pis lağımları. Nereye gittiğini bilmiyorsan içimde kaybolman içten bile değil… Her türlü pisliğin yörüngesinde dönen düşüncelerimden sıyrılıp gerçekliğe ulaşmak pek mümkün görünmüyor. Hücrelerime hapsedilmiş kadın siluetleri. Adlarını, yaşlarını, sevdikleri ve nefret ettikleri… Hepsinin not edildiği endoplazmik retikulum kalıntıları. Nereye varacağı belirsiz sindirilmemiş hata koleksiyonlarım.
          Bunları neden mi yazdım? Duymak istemediğin için.
       Yaşanılmış, yaşanılacak ya da tamamen aklımın ucundan geçen bulutsu kelime kümeleri hepsi. Emin değilim. Olamam da…
        Ağladığım ilk an anladım ki yaşamak, belli belirsiz yaşamak ve buna yaşıyorum diyebilmek, bir dürtü. Bir tokat. Doğmak bir cinayet. Birey olmak, toplumun içinde eriterek çelik sesini, bir katliam. Her şey ama tüm bu yaşanan her şey sonsuz kısır bir kosmos! Sesini yükseltmediğin her nefes enfes bir ölüm. Tadı aklımda kalmış zehirli rüyalardan, bedeniyle bağı kopmuş bucaksız bir hayata kaldırılmış gözlerle bakıyorum hatıralarıma… Gördüğüm rüyalar, yaşadığım hayatlar hep yarım kalmış sanki. Sanki yarım bırakılmış günaha boyalı bir duble rakının acılığı ve aklım darmaduman, neye inanacağı konusunda kararsız… Deli. Delilik. Yaşasın onursuz ömürlerin, onurlu çıldırışı!
     Akıl, kâr işi değil. Kendini sevmek zararına satmak hüviyetini. En çok kendini seviyorsun kelebek ömründe sonra tutup onu köle pazarında sahibine satıyorsun. Fahişelik. Gece yarıları avazın çıktığı kadar bağırmak altında buruşmuş şehrin içine içine. Âşık olmak ama nasıl korkak nasıl çaresiz ve nasıl reddedilmiş. Bakire bir acıyı tatmak, ölmek ve âşık olmak. İncecik bir zarın üzerinde striptiz gösterisi yapan yalancı orgazmlar. Dur durak bilmeyen elvedaların topuk sesleri hoşça kal peronlarında. Duyulmamak. Gözyaşlarının kaldırdığı sağır cenazelerin yüzünden sessizliğe bürünmek. Kapkara. Anlaşılmamak. Ya da öyle sanmak. Sanrıların en büyüğü sanmak. Sandığın, olduğunu düşündüğün adam belki bir kadın olmadığını görmek aynada. Ayna yalan söylemez. Ayna kusursuz bir katil. Aynadan maskelerine sarılan bir el. Kadın eli, narin. Adam eli, nasırlı. Çocuk eli,tarifsiz. Devletin eli, kanlı. Deliliğin dayanılmaz yalnızlığı. Tıpkı asal sayıların nymphomaniatic bölünme çabası. Beyhude. Ve Tanrı’nın metresi olmak. Aldatılmak. Onursuzluğunun ilk belirtisi Tanrım! Yaşamla kandırılmış bir çocuk. Tecavüze uğramış ak yerlerinden. Götünden sikilmiş bir kul olmak. Kader… Şans… Şansına tükürmek yıldızları sayarken. Kimsenin göğsünden ömür içmek istememek. Hissizlik. Bilinçaltı. Karantina altına alınması gereken yazgı, yazı, yalan, yanlış, yozlaşmış yaş, yanmış yüz… Garanti delirir sevişince üç harfli kelimeler birbirleriyle.
Dokunulmazlığı olan o kilitli hatıralar. Bi’ kahve? Seninle, evet. Bir ağacın gölgesi. Tanıklarımız var, evet. Yeşile maviye boyalı ten. Unutulmuş vagon. Uzun uzadıya saatler taşıyan trenlere bakışım, evet. Başı dik uzuvlar, üzerlerinde aromalı meyve tadı. Yasaklanmış coğrafyaları keşfetme atlası, atlasımın üzerinde gezen karıncalar. Masumiyeti sırtlanmış ıslak dağlara çıkıyorlar. Geçmişte bir ayağı kalmış kırkayak, öteki otuz dokuz bacağın basiretini bağlamış. Gerisi yüksek gerilimli pornografik gelecek ümidi. Yolculuk.
Adı Eylül olan bir Ay.Çalışmış, çok çalışmış insan olmaya, ama ahirette cehenneme kalmış soğuk bir Meltem. Anonim bir yüreğin seslendirdiği ilahi komedya. Büyük umutlar bağlanmış kurumuş ağaç. Kanserini yenmiş ölümsüz düş. Tümörünü yiyen falcı bir çingenenin ettiği o dua. Beddua.Ah! İsyan bayrağını çekmiş, Tanrısıyla savaşa giren bir gözü kara öteki kör korsan. Korsan gösteri sırasında sol omzundaki melekten vurulmuş. İnsanlığı ölmüş. İnancı nar gibi dağılmış beyaz hücrelerine.
Adı Eylül olan bir gün. Zarar vermiş kendine, bilekleri kesik. Geceye kavuşmak imkânsız. Cami avlusunda yeniden doğan o gün. Bir imam olarak… İlahi Adalet. Minarenin taciz ettiği gökyüzünün eteği kanlı. İlahi saçmalık. Hayatı ne garip hale soktu bu milenyum. Uzaktan sosyal beğenilen bedenler falan. İyi de öyle kolay kalkmıyor bir limuzin!
Susma.İnanma.Konuşma.
Anlatma.Anlamaya çalışma.Madam.
Yaşa.
Söylemesi kadar öpmesi de kolay. İnan bana. Hayır, şimdi olmaz. Büyüsü bozulur. Belki sonra sevişiriz. Seneye de giyeriz hem birbirimizi. Aklımdaki hayatlar, hükümsüz. Kimliklerinizi alın ve defolun gezegenimden. Yoksa severken öldüreceğim sizi. Soyarken kirlenmiş portakallar…
Bir dikişte içtim kanınızı. Ağzım dolu, doğru konuşamıyorum. Kusura bakmayın Arkadaşlar.
Hepsi adı Eylül olan bir kadındı. Hepsi! Bir kez ölen süper kahraman bir baba gibi şimdi… Çocukluğum piç. İnancım imansız. Kelimelerimin yetimliği arsız ve gurursuz. Korkak mevsimler cumhuriyeti burası. Kalkıp gideceğim bir dahaki eylülde ölüm kokan mezar suratlı coğrafyadan. Süvarilerrrrr! Atımı hazırlayın. Uçacağım!
İsimlere değil bana odaklan şimdi. Çıkıyorum aklından. Geliyorum birazdan. Nirvana. Beyaz bir süt azı dişlerimden sağılmış. Şifadır, iç.
İçimde uzun hikâyeler. İstersen bir bak. Oralarda bir yerlerde olacaktın. Nereye bıraktıysan oradayım ben.


Şaban Sarı 02.02/ 4.4.14 T.C de bir yer

2 Nisan 2014 Çarşamba

Bir Garip Düşünce Tanrım

Sesi bir yabancının dudaklarından kanatlandı
görünürde kimseler yok.
belki uzaklarda isimsiz bir mezar taşına kondu
oradan göğe bıraktı kendini...

Kaç vakit sonra bile hala
ne zaman saatin ufkunda kaybolsa gözlerim
aklımın ucunda dans eden bir çocuk gibi.
büyümüyor hayali. Gelmiyor da.

Düşüncelerini elinle dağıtınca, saçlarını ömrünle tarayınca ve en çok
yaşamak için çırpındıkça
duaların koynunda umarsızca uzanıyorum.
geçmiş ve gelecek arasındaki bağları kopuk adam
bir ucu yırtılmış defterin arasında geçip gidiyor. Görüyor musun?

özgürlüğünü kaybetmiş göçmen bir kuş
dilimin ucunda dört nala koşuyor.
ve
Eylüllerin öteki yüzünde aydan kopmuş mevsim rüzgarları
ölmeye yakın unutulan sevda sözlerini dağıtıyorlar.
ne garip...

Bir sigara içimi sürede, bir ölüm sessizliğinde, bir anının hatırasında
kitabın adında, filmin sonunda, şarkının nakaratında
arkadaşın gözünde, elin dudağında....
Yıllara meydan okuyan bir güzellik düşünüyorum  yine.
bir hayli garip.

Tanrının sakalından bakınca aynada kendime
herkes mutluluk karesinin içinden bana bakıyor.
Ne tuhaf...
Çerçevesi kapkara bir ömürden mutluluk pozu vermek...

Ve sevmek Tanrım, unutmaktan evvel,
sevmek düşünmek demek!

Şaban Sarı


21 Mart 2014 Cuma

Erkek Tarafı

Erkek Tarafı

                Alkolün verdiği yetkiye dayanarak akan zamanların suçu değil hiç bir şey. Dilin ucunda hapsolmuş konuşmaların tahliyesi için bahane içmek. Birazdan ışıklar kapanacak ve anasonun kapısı açılacak burada. Sonra, anılar, pişmanlıklar, kadınlar ve umutlar kapıdan elini kolunu sallayarak dizlerimize oturacak. Bana benzeyen çocukluğuma ağzı süt kokan, yüzü gözü doğru konuşmaya bulanmış hikayelere başlayacağım... Tüm anlatacaklarım hayatın namlusunu aklına dayamış, tetiği çekmek için bekleyen korkaklığımın rüyası. Hayat, gerçek anlamda uykusunda sızmış bir Tanrı'nın rüyasından başka ne olabilirdi ki zaten...
                Masayı ablukaya almış üç adamın eline yüzüne bulaşan zaman, gündüzleri yemek masası geceleri rakı masasına dönen masal kahramanı dikdörtgen masaya akıyor. Oradan, damarını henüz terk etmiş sıcak kan gibi tahrik edici kıvrımlarla gecenin karanlık sokaklarına kendini bırakıyor... Masanın çevresini kuşatan üç adam birer baykuş gibi sandalyelerine tünemiş önlerinde ağır ağır büyüyen kelimelere bakıyorlar. Kelimelerin bu sükut dolu anlaşmayı bozmasına en fazla bir kaç duble olduğundan habersizler elbet... Bunu ancak kelimelerin Tanrısı yazarınız olan ben ve onun Tanrısı olan O biliyor.
                Birbirinden daha looser*olmayan bu üç kaderin birlikte olma sebebi de birbirlerine aynı umutla bağlı olmaları. Tüm looser'lar gibi düştükleri çukurda yalnız olmadıklarını bilmek onlara yaşamaya sebep veriyor. Konuşmaya sebepleri, unutmaya sebepleri olan insanlar için yaşamamak için bahane de kalmıyor...
                Sessizliğin büyüsü altında, aklındaki kadınların gözlerinden damarlarına alkol veren bir hemşireye benzeyen rakı bardağına bakıyorlar.  Aklımızdaki kadınlar... Aynı zamanda aklında olduğumuz kadınlar... Üç adam, üç kadın. Üç kadın başka üç beş adam. Üç beş adamın bir kaç kat fazla başka kadınları... diye uzayan sonsuz denklemin tek bilinmeyenli sessiz harfleri olan bu üç adam konuşmaya başlamadan önce gelmişini geçmişini silip, tertemiz başlangıçlar yapamadıkları için susma haklarını kullanıyorlar. Rakının ağzı bıçak gibi keseceği zamana biraz daha varken zihin ekranlarındaki karıncalanma, yürek ceplerindeki sızı ocağın üzerinde sakin kaynayan süt tenceresi gibi durgunlar.
                Konuşmak. Yani konuşabilmek pek moda değil coğrafyamın maruz kaldığım noktalarında. Aslında ne güzel olurdu konuşmadan anlaşabilsek, hayvan gibi. Bazen aklımdaki o su berrağı düşünceleri, duyguları ifade edecek kelimeleri bulamadığım için uzuuuuuun yazılar yazarak arıyorum sesimi belki de? Belki de benim tarzım budur? Konuştukça karşımdaki camlar kırılıyorsa, sırları dökülüyorsa güzel aynaların ve canları yanıyorsa  çocukların, sesim zehirli uğursuz bir cadıdır belki? Belki kelimelerimin ucu daha yumuşaktır. Yayından çıkan düşüncelerim, hedefini daha az yaralıyordur? Bu üç adamın biri benim, belki. Kim olduğunun önemi yok bunları söyleyenin. Asıl önemli olan; hayatın kısa, kuşların göçebe olduğunu unutmadan söyleyebilmek ne varsa içinde. Çünkü pembe bulutlar en çok söylenmesi gerekenlerin havada görünmez bir darağacında idam ediliyor oluşuna ağlar... Masum gelecekler yerine, boynunda ölüm moru pişmanlıklar. Ardı arkası kesilmeyen tesadüfe bırakılmış sözler.  Kendine uygun bir beden bulamamış ruh gibi kendine ait cümleler bulamayan bir sohbet konusu. Biz böyleyiz. Bunu biz istedik.
                Acının en dayanılmaz saatinde uyumayan üç adam göğüslüyor dünyanın ağrısını sırtında... Bu vakitte lafı yalnızca sarhoşlar ve konuşacak çok şeyi olan düşünürler uzatmaz. Bu üçü her ikisini olma konusunda yetenekli fakat ikisini de olmamayı seçen  arafta çift vardiyalı çalışan Cümle mühendisleri. Mizaçları gereği gerekmedikçe doğru konuşmazlar.
                Uzun sessizliklerin uzun konuşmaları olur. Bardaktaki rakı miktarı azaldıkça, düşüncelerin önündeki siyah perde aralanıyor. Perde arkasında son provalarını yapan usta oyuncu, rolüne hazırlanıyor. Zaman genç bir adamın kirpiklerinde sallandıkça, kalabalıklaşan kelimeler büyük gruplar oluşturuyorlar. Toplumsal huzur için hazırlanan kelimeler, sokağa dökülmek için dilimizin ucunda birikiyor.
                Karşımdaki adam. Üç adamın ikincisi. Boş gözlerle dalıp gittiği yanan sigaranın dumanını takip ediyor. Striptiz direğindeki bir kadın gibi kıvrılan dumana bakarak neler düşündüğünü anlamamıza az kaldı ve aklında vakti geldiğinde hatırlamak üzere hazırladığı bol ödüllü bir filmden sahneler var. "Kendi cümlelerini, başkalarının kitapları, filmleri ve müzikleriyle beslemek yaşamanın en güzel kanıtıdır. " der ikinci adam hep... Ne haklı.  Bu masadan kalkıp sokağa çıktığımız anda #hayatsokakta diye bağırabiliriz. Aynı şairlerin aynı dizelerine dalıp ayrı hikayeler kurar; aynı filmdeki aynı sevişme sahnesinde ahlayıp vahlayabiliriz. Aynı ilahi sesin tınısında, aynı notada, aynı şarkı sözünde başbaşka insanlara mesaj atmaktan kendimizi alıkoyabiliriz. Ya da yukarıdakilerden hiç biri. Aynı anda, karşılıklı bir şekilde yüreğimizden geçeriz. Karşılaşmadan...
                Adamların ilki. Bir kaç yaş var ötekilerle arasında. Bu yüzden ne zaman masaya otursa kendini eksik hissediyor. Hayata ve alkole biraz geç başlamış. Öyle diyor. Bu yüzden abilerine yetişmek için hızla tüketiyor ve her seferinde ilk ağlayan o oluyor. Şimdi fırtına öncesi denizler gibi sakin ve dalgasız duran çocuk birazdan kocaman bir fırtınaya meydan okuyacak... Acemiliğinin ve hızlı çakır keyifliğinin ipleri eline almasından önce çocukluğunu gizlemek için susup, abilerini izliyor..
                Üçüncü olarak sizlere kendimi anlatmayacağım. Kendimi anlatsam da yanlış anlaşılacağımdan adım gibi eminim çünkü. Birinin beni anlaması için kelimelerden çok daha fazlasına ihtiyacı var.
                Sigaralar sönüyor, rakılar doluyor… Ruhun keyfine göre seçilen parçalar hayatın arka fonunda ağır ağır icra ediliyor çeşitli sanatçılar tarafından… 
                Adamlardan biri “ Hatırladım” diyor önünde ömrünün son demlerini yaşayan sigaraya bakarken. Birinin “Neyi?” demesini beklemeden devam ediyor:
                “Onu unuttuğumu hatırladım. İnsanın unutamayacağını düşündüğü birini unuttuğunu hatırlaması çok boktan bir durum gibi görünebilir ama öyle değil… Birini umutsuzluk içerisindeyken dahi unutmak… İşte bu yaşamanın, devam edebilmenin en güzel örneği.”
                “O unuttuğun kadın belki şu an seni hatırlamıştır ama gururu yüzünden seni aramaktan vazgeçmiştir? Sen ara diye dua etmiştir. Rakı tanrısı sesini duyup seni uyandırmıştır, ne dersin?”
                Hayatta ne yaparsanız yapın sakın rakı masasındaki bir erkeğe umut vermeyin! Çünkü O bu cümleden sonra başını rakıya gömüp, elini telefondan uzak tutmak için ancak 2 saat 13 dakika dayanabildi. Mesajına asla cevap alamayacağını bile bile üstelik…
                Gece sessizliğini bırakıp adamların ses tellerine sahneyi bırakmaya başlamıştı. Adamlar birer ikişer özlemlerini, geleceklerini, gerçekten sevdikleri  ama yanlarında olmayan insanları konuşuyor, ölümden, sevişmekten, ayrılıktan ve hayatın kendisinden bahsediyorlardı durmadan.
                Birkaç yıl, sırf aynı sınıfta olduğun için her gün yüzüne bakmak zorunda olduğun ama okul bitince görmek istemeyeceğin onca insanla, her gün her dakika görüşmek istediğin ama bazı anlaşılmaz nedenlerle – gurur, korku, bıkkınlık, uzaklık vs – bir türlü iki kaderini birleştiremeyen insanlar arasındaki bir ip cambazı gibiyim. Çaresizlik tanımı.
                Adamlar diyaloglarını masaya bırakıyorlar. Yazılmayacak, duyulmayacak ve asla hatırlanmayacak diyaloglar. Kahramanları aynı, senaryoları aynı, Yönetmenleri aynı ama sonu hep hüsran olan o film gibi işte…
.
.
.
.
.
.
.
.
                Tüm bu konuşulanlardan sonra rakı bitiyor. Gün gözlerini ovuşturarak dağların sıcak koynundan göğün soğuk sularına kendini bırakmak üzere…
                Adamlardan ikincisi son damlasına kadar kanını emdiği rakı şişesine bir, dışarıda ağaran havaya bir, odadaki adamlara bir, her şeye her kese birer bakış attıktan sonra dudaklarındaki ıslaklıkla
“Bazı kadınlar… Bazı kadınlar bizi gereğinden fazla dinler, ciddiye alırlar. Dinlemesi gerekenler  yani tüm bunları anlatmamız gerekenlerse asla dinlemez, inanmaz ve güvenmez… Rakıya konuşmak o yüzden kıymetli. Rakıya konuşmak, o kıymetli kadınlara konuşmaktır çünkü. Tüm konuşamadığımız ama unutmadan ruh cebimize sakladığımız kadınların bihaber ömürlerinin şerefine!”
                Boş kadehler son kez havaya kalkıyorlar. Yuvarlak masa şövalyelerinin kılıçları gibi çift vardiyalı emekçi masanın ortasında onur ve gururla, bir geceyi daha erkeklerin hayatlarına mıhlamanın zevkiyle buluşuyorlar. Öpüşüyorlar.
                Düşünüp adamın dediklerine hak verdikten sonra “ Bu hangi filmdendi” diye soruyorum.
                “Bizim hayatımızın filminden”.


19 Mart 2014 Çarşamba

Rüya Sokağı

Rüyalarımın tarihi
Tarih öncesi, insanlık sonrası bir noktada.
Ölümden hatıralar, yarım kalan hayallerden oyuncaklar falan.
Falanı filanı çok
yalanı dolanı yok.
en çok düşlerimde hissettim ve yaşadım. biraz sevdim herkesi
uyandım her ölü gibi.
takvimi unuttum, dökülen adları süpürmeyi de.

hangi yaşam
unutulmaz bir rüyadan kıymetli?

Şaban Sarı

17:00 S.Sok. 18.3.14.


10 Mart 2014 Pazartesi

BOŞ YÜREK

BOŞ YÜREK

Gün uyandı, gözlerinde güvensiz bir merak.
Dışarıda, yağmur rengi sokaklarda akan hayat
Aynı anda aklında, içinin tüm odalarında çürük vişne mevsimi
Kelimeler harflerini dökmeye yakın
Ama
Gün sustukça susuyor inatla.

Gece uyandı, dudaklarında çocukluğunun sırlı tadı
Karanlıkta sesler, aynalar fısıldaşıyor.
Ruhunu soyunan elbiselerin dansı saat.
Tek başına O. Tanrı yalnızlığı.
Kendi sesine hapsolmuş isimsiz yalanlarda büyüyor.
Kıpkırmızı bir yalan daha parmak uçlarında can veriyor.
Geceyi ayaklarının altından çeken yalnızlık
Kâbusların boynunda bıraktığı mor ölüme bakıp, susuyor.
İnatla.

Ansızın uyandım.
Yüreğimin orta yerinde boş bir sandalye, bana bakıyor.
Bacaklarından kan akıyor, kollarından aşağı süzülen koyu bir karanlıkla birlikte.
Terkedilmiş köhne bir ev gibi bir bedenin pencerelerinden bakıyorum ona
Tüm yalnızlığı ve suskunluğuyla oda bakıyor bana.
Ansızın ölüyorum.
Yüreğimin orta yerinde unutulmuş boş bir sandalye
Öylece duruyor. Beklediği biri var ama kim?

Bir sandalye ne kadar oturabilir içimde?

Yüreğimin boşluğunda aynalardan saklanan bir çocuk
Ne kadar susabilir? İnatla

Şaban Sarı

9/10.3.13

3 Mart 2014 Pazartesi

Ölmüş Günün

 ÖLMÜŞ GÜNÜN
Ölmüş günün ayakucunda öylece uzanıyor
Eskimiş bir kelimenin üzerinde elleri
Dilinde unutulmuş yabancıl dua
Tanrı’nın aklından geçip, bana geleceği saate çok var daha.

Ölmüş günün ayakucunda birden doğruluyor
Beklediği hayat geç kaldı, hiç böyle yapmazdı Tanrı.
-Geçer mi?
Soruyor göçmen bulutlara
Yağmur başlıyor sonra, neden bilinmez.
-İnanırsan geçer.
diye esiyor hergele bir rüzgar
Buna inanmak yerine, aklındaki kelimeleri kontrol ediyor.

Ölmüş günün peşi sıra yürüyor
Yürürken düşünürüm diye geçiriyor içinden.
-hatırlamak kolaydır yalnız yürürken-
Islak sokaklar, kuru dudaklarını arzuluyor.
Başını kaldırıp saate bakınca
Tanrı’nın sakalında sallanan çocukları görüyor.
Öteki berikine gülümsüyor…
Gülebilmek, tüm karanlığa rağmen o tek tebessüm…
Uzuyor yanaklarında can.

Ölmüş günün sonunda ölüyor.
Bir yıldız kaydığında onu tutmasın kimse
Kim bilir bir adamın çocukluk hayalidir düşen.
Kaderinin adına yakın yerinden kesilen canıdır kadın
Damla damla kan akıtır göğsünden anneler şimdi
Uzaklarda yarı adam yarı çocuk biri ağlıyorken
Sessizce unutuyor geç kaldığını çünkü uyuyan bir güzeldir mevsim.

Ölmüş günü kimse anımsamıyor
Dört nala koşan duyguların ardı sıra
Yürüyen kalabalıklarda kimsesiz bir çocuk gibi gözleri.
Bu saatte hiçbir anne baba, eş dost ya da sevgili sevişmez

Sakın ağzından tek bir kelime daha kaçırma…

Şaban Sarı

28 Şubat 2014 Cuma

BİR GÜN TÜM ÖLÜMLER AKLIMDAN İÇERİ GİRDİ

BİR GÜN TÜM ÖLÜMLER AKLIMDAN İÇERİ GİRDİ

                                                                                                                                                                                      I.             

RÜYALAR DA GERÇEKLER ÖLMEZ

Ayaktayım. Pencereden gördüğüm dünyayı düşünüyorum. Güneşin görüş günü olmadığı gri günlerden. Bugün ona yasak tüm ışıklar ve bulutların ardında hücresinde uyku tutmamış bir şekilde dönüp duruyor... Sonra o renksizliğin altında dikilen, en sevdiği sonbahar elbiselerini çıkartmış, incecik gövdesini tüm çıplaklığıyla kışa sunan vişne ağacını görüyorum... Şu an onun kadar çıplak, onun kadar çaresiz bir şekilde kendimi doğanın akışına sunduğumun farkındayım. Ensemde Kadın'ın nefesini hissedebiliyorum. Hala nefesinin sıcaklığından ve öfkesinin uğultusundan anladığım kadarıyla namlunun ağzındaki son söz için ona yüzünü dönmemi bekliyor... Kadınların en tehlikeli silahı dudaklarıdır. Bir öpücüğüyle size güneşi gösterip, kavurur ruhunuzu. Dudağından çıkacak tek bir sözle öldürür sizi. Dikkatli olmak lazım. Sanırım gitmesini beklemek yapılabilecek en mantıksız iş. Bir kadının gittiğini tarih görmemiştir.
Pencerenin önünde oturmuş onunla aramızdaki adı kocaman belirsizlik olan ilişkiyi düşünürken, çat kapı gelmişti. Hayatıma girişi gibi, odama girişi de alışılmadık elbette. Karşımdaki duvarda asılı duran ve bana daima hayatın beklenmedik hamleleri karşısında çığlık atan insanlığımı hatırlatan, Edvar Munch'un Skrik (çığlık) tablosunun kopyasının ağzından çıkıvermişti. "Merhaba Soylu efendim." diyerek alaylı bir saygıyla şaşkınlığımı ciddiyetsizliğiyle almaya gelmişti. Cevap vermemiştim. Cevaplarımı hiç bir zaman sevmediği için ona mümkün olduğunca az cevap vermem konusunda bana yemin ettirmişti. Tuhaf biriydi... Her seferinde büyük fırtınalardan geldiğini düşündüğüm dağılmış saçlarıyla, eski çağlardaki kadınların giydiği göğüs kısmı iplerle tutturulan elbisesi içindeki genç göğüsleriyle, yanağındaki gülümsemeyle hüzün karışımı ifadeyle ve en önemlisi göz renginin kan kırmızısı oluşuyla tam anlamıyla tuhaftı... Onun gerçek olduğuna inanmakta bir hayli güçlük çekmem bu yüzdendi...
"Buraya seni terk etmek için geldim Ekselans." 
"Çünkü artık beni çok sık düşünmüyor ve hayallerinize çağırmıyorsunuz. Tarihin kanlı defterlerindeki onlarca cinayetin arasında, bu güzelliğimle korkusuzca dolaşamıyorum. Oysa sizin aklınızın zamanı temiz ve güvenli. Fakat benimle ilk kez karşılaştığınız o günkü heyecanınız ve benimle ilk kez birlikte olduğunuz o ateşiniz sönmeye başladı. Beni kandıramazsın! Bir başkasını düşündüğünüzü anlayacak kadar erkek tanıdım. Sana ekselans falan dediğime bakıp sana önem verdiğimi düşünme! Sen beni düşünmekten vazgeçemezsin ancak ben seni terk edersem biter bu düş! Anlıyor musun küçük Japon askeri!"
Bu son iltifat beni gülümsetmişti. Bana şimdiye dek sövdüğü en komik cümlesi buydu. Kadınlar size ne söylemişse hak etmişsinizdir. Kelimeleri gerçek anlamıyla kullanma konusunda usta bir bıçakçı kadar yetenekli olabiliyorlar.
Benim için gitmesinde bir mahzur yoktu. Neticede onu aklıma sokan da onu aklımdan çıkartacak olan da  bendim. Her şey dediği gibi büyük bir heyecanla başlamıştı, evet. Zaten yeryüzündeki tüm ilişkiler ya bir kibritin alev alması kadar sürede duyulan heyecanla ya da bir gündüz düşünün kısalığı kadar  sürede söylenen yalanlarla başlar. Benim yalan söylemeye hiç ihtiyacım olmadı. Tanrı biliyor -o her şeyi bilir çünkü- ben ona büyük bir heyecanla bağladım kaderimi. Fakat kibrit gibi yandıkça hayalim sönmeye, kaderim kibrit çöpü gibi bükülmeye başladığında, elim yanmadan onu atmam gerektiğini fark ettim... Her ilişkide bu durum geçerlidir, aradaki zaman ve yaşananlar birine zarar vermeye, onu yıpratmaya başlamışsa, onu ağzına alıp söndürmek yerine, o ilişkiyi ardına fırlatman gerekir. Bende öyle yapmak için düşünüyordum zaten. Onu düşündüğümü yüzyıllarca öteden duyabilecek gerçekten güzel hayallerimdendi. Ona isim vermedim. Siz ona Martha, Eva, koca göğüslü Selma ya da uzun bacak diyebilirsiniz. Bu sizin hayalinize bağlı. Ben sadece Kadın diyorum ona. Kadın'ı ne zaman düşünsem gelirdi. Onu düşünmeden önce ona ayrılık cümlelerinden yakışıklı bir paket hazırladım elbette. Romantik ve kibar bir Dük olmanın en birinci kuralı; birini terk ederken bile güzel hatırlanmaya bak.
"Bana cevap ver lanet olası Devrim sevdalısı Looser! Uzaklara bakıp bakıp dalmalar geldiğim yüzyılın başlarında tükendi. Bu modası kaçmış taktiklerinle beni kendine daha fazla bağlayamazsın! İnkâr ediyorum seni ve kendimi! İhbar ediyorum ikimizi Tanrıya: Tanrım, biz günahları işledik ve birbirimizin etine ruh tohumları ekip, ondan gelecek bekledik! Tanrım bizi sakın affetme! " 
"Çünkü sen saygıdeğer Führer'im, sen benim affetmeyeceğim kadar unutulmaz günahımsın. Sen aslımı unutmamam, içimdeki Lucifer'i her daim hatırlamam için dönüp bakacağım, yeryüzünün en büyük günahkârısın! Çünkü sen Rodion Romanoviç Rasnolnikov, beni yani en büyük cinayetini öldürdüğün yere geri dönecek kadar ahmak bir adamsın! Beni düşlerinde becerdiğin gecelerden sonra gündüzleri öldürecek, beni düşünmeyecek kadar dengesiz bir adamsın ve ben şimdi seni terk ediyorum! Yüzüme bak insanın çocukluk hayallerinin Katili! "
O bu cümleleri kurarken benim ne yaptığımı zaten birinci satırdan itibaren yaşamaya başladığım için, artık bu diyalog kendini tekrarlarmaya başlamıştı. Sanırım kendi hayalime sığınan umutsuz bir masal kahramanı olarak hikâyemde sıkışıp kalmış ve bu depresif film karakteri suratlı ama pornografik film vücutlu Kadın'a mahkûm edilmiştim! Ah tanrım. 
"Kulak verin seslerime iyice . "Herkes öldürür sevdiğini " diyerek o cennetin bahçelerini dolduran sesiyle geliyor Üstat yanıma. Onu göremiyorum ama o beni görüyor. Şah damarlarımdan birinde Tanrı, ötekinde Üstat var. Ölümlü bir insan için hem Tanrı'yı hem Kurtiz'i aynı anda hissetmenin ağırlığıyla yeniden uykuya dalıyorum... Kadın yok. Gitmiş. Cevabımı beklemeden hem de. Bu ne kadar da absürd bir rüya olmaya başladı böyle!
O’nun sesi aklımın arka odalarında ağır ağır çalan bir şarkı gibi. Devam ediyor
"Sen kim olduğunu unutmadığın sürece, kimi öldürdüğünün kimin seni öldürdüğünün bir anlamı yok Genç Adam." diyor bana. Yüreğimin sesi dâhil hayatı sessize alıp, ustaya kulak veriyorum. 
"Asıl önemli olan, kendine ve yüreğinde sakladığın hazineye olan sadakatin. Sadakat sır saklamak mıdır? Hayır! Sadakat ayna kadar gerçek olmaktır. Kıyamet kopacaktır. Öyle ya da böyle, yarın ya da şimdi, kopacak. Sadık bir adam asla kadınından kaçmaz, kıyametini saklamaz. Ölüm gibidir sadakat, pazarlığı olmaz. Bir kez o çizgiyi geçersen eğer, geri dönüşün olmaz. Kangren olmuş bir kol gibi, tutulmuş bir dil gibi, işlemez o birliktelik. Kes at, öldür  ama asla devamını umut etme. Sadakati bitmiş bir adam artık hiç bir tufanda gemisini Nuh gibi geleceğe götüremez. " 
"Senin Kadın gitti. Gitsin, eğer gelmek isteseydi senin çağırmanı beklemezdi. Kadın, sadık bir köpek değildir ki çağırınca gelesin. O beyaz bir attır, soluğundan hayat akan. Kadın tek bir şey ister susarken bile içinde bir gerçek! Sen kim olursan ol, o sana ne derse desin doğrularının üzerine inşa edersen kaleni, açıklamaya gerek kalmaz. Hepsini vereceksin, sahip olduğun ne varsa tek bir kadına bir seferde vereceksin çünkü sadakat taksitlendirilemez."
"Çünkü Genç Adam, sevdiğine sadakat verebilen adam, kendinden vazgeçebilen adamdır. Bunu kendi dahi bilmez ama!" http://www.youtube.com/watch?v=O6bU73N2vsU"
Cennet'in o gül kokularının içimdeki karanlığı kovduğu, çorak hislerimin içinde bahar heyecanı bıraktığı sesine kurban Üstad. Senin keyfin yerinde mi yukarıda? O'nunla da sohbetlerin böyleyse eğer, kıskanmamak elde değil Dayı!
"Duydum ki sefere çıkmayı kuruyormuşsun, etme. Bir başkasını sevmeye, bir başkasını dost edinmeye niyetlenmişsin, yapma. Yapma! İnsan, bu yabancı yolculuğunda tek bir tanıdık yüz arar. Sen gitme! Gözlerimizi yaş ediyorsun, gitme o ellere doğru, gitme!
"Aşka hayret etme. Cennet'te cehennemde elimizde, cehennem etme. Yüz çevirme gözünden, sırtını dönme Kadın'a. O'nu inkâr etme, varlığını inkâr etme! Huzuru bozuyorsun, etme! Harama bakıyorsun, hırsızlığı düşlüyorsun başka tenlerde, yazık ediyorsun, etme! 
"İkinci bir şansı kazanmak Oğlum, ilk şansı kaybetmek demektir. Öyle oldu.  İkinci hayat, ilkinde ihanete uğramak değil, ilkine ihanet etmekmiş... Herkes ikinci bir şanstan bahseder ama kimse kötülüğün kapılarından geçişini hatırlamaz. Arasında bir ömür vardır ve hiç bir şey bitmez, sadece değişir Evlat! " "http://www.youtube.com/watch?v=mSG0breOjYY
Söyledikleri duvardaki tablodan, karşıdaki ölümsüzlüğü saklayan kitaplardan sekerek aklımı birer ikişer çakılan çiviler gibiydi. Tahtaları çok iyi anlıyordum. Eğer tutunmak için çiviye ihtiyacı varsa insanın, aklına da olsa çivi çakılması can yakmıyordu... Üstat öylece sustu. Gökyüzünde onun görüş gününde, sakallarında sallanan çocukları gördüm...

 Şaban Sarı

(Devam edecek)


27 Şubat 2014 Perşembe

BİTMEYEN ÖYKÜ

BİTMEYEN ÖYKÜ
  " -Kalbinde nasılsa öyledir 
-kız bana hasta"                
Balans & Manevra

[Yağmurlu ve Soğuk ]

        "Sanılanın aksine bir gün herkes için yirmi-dört saat diliminden oluşmaz..."
        Aykut durağa doğru ilerlerken birer birer ardında bıraktığı ya da birer ikişer onun önüne geçen insanlara bakınca bunu düşündü kendi kendine. Hayat herkes için aynı hızla akmıyordu çünkü... Onun bu soğuk ve birazdan başlaması muhtemel yağmuruyla daha da beter bir hal alacak günü, sanki ellinci saatini devirmek üzereydi...Bundan daha uzun ama hatırlamak istemediği günleri olmuştu. Mesela; üç yıl önce annesi için bir an süren - hayat kaç saatlik dilimlerle yaşarsanız yaşayın o bir anlık ölümle sıfırlanıyor-, sarhoş şoför için yalnızca altı aya tekabül eden - evet bir canı almak yalnızca altı ay sürmüş sonra yirmi-dört saatlik alkol seansları devam etmişti- ve Aykut için sonsuzlukta ilerleyen -buna tanım bulmak çok güç...- martın on-üçü öyleydi..             Zaman hesaplanmakla kaybedilmeyecek kadar kıymetliydi ama o sabahtan beri davadan davaya koşmuş; müvekkillerini dinlemiş; savunmalar hazırlamış; yemek yemeyi unutmuş; annesi için dua etmeye ise zar zor vakit bulabilmişken uzun zamandır görüşmediği, sevdiği eski bir arkadaşı şehre geldiğini ve müsaitse onunla görüşmek istediğini söylemişti. Müsait değildi fakat bazen insanlar yalan söylemeyi doğru söylemeye tercih ederler. Başkasının kendi hakkında yanlış düşüneceğinden korktuğu için yalan söyleyerek ismini temizlemeye çalışır. O da aynen öyle yapmıştı. "Avukat oldun, bir tarafın kalktı aradığın sorduğun yok birde ayağına kadar gelmişken görüşmüyorsun" demesin diye, akşam birasını ve patlamış mısırını alıp bir film izleme ya da yarım kalan bir kitabı okuma hayallerini ertelemeyi tercih etti... 
        Durağa doğru yürüyordu. Yağmur çoktan başlamış, saçları hafiften ıslanmaya başlamıştı. Annesi görse muhakkak ihtiyatsızlığı yüzünden ona kızgın bir şekilde bakardı. " Keşke hayatta olsaydı da kızsaydı" diye içinden geçirirken, binmesi gereken otobüs hızla yanından geçti... "Hassiktir". Yorgun, ıslak ve yapmak istemediği bir şeyi yapmak üzere olan Aykut'un ağzından bu kadar masum bir küfür duymak şaşırtıcı... Annesi küfür etmesinden hoşlanmazdı çünkü.
        Durağa geldiğinde otobüse binip giden insanların yerlerini yeni insanlar çoktan almışlardı bile.  Belki sıranın başındaki da saniyelerle kaçırmıştı otobüsü, kim bilir. Yüzlerine baktığında hepsinin ayrı hikayelerin kahramanları olduğunu ama bir şekilde - gözüyle teker teker sayıyor - bu on kişi, şimdi'nin hikayesinde aynı satırları paylaşıyorlar.
        Bu bir tesadüf mü?
        Eğer biraz hızlı yürüse, belki trafik olsa o otobüse yetişecek ve başka on kişinin hikayelerine ortak olacaktı. Olmadı. Hayat bazen tıpkı bu otobüs durağındaki gibiydi.Gelenlerin ve gidenlerin adlarını bırakıp gittiği, insanların otobüslere binip birbirlerinin hayatlarına girdiği ya da çıktığı, tesadüfün değil, seçimlerin ve olasılıkların neden olduğu bu ihtimaller durağı... Bir şekilde, seçimleriyle, kaybedişleriyle - belki kazandıklarının henüz farkında değiller- , kazandıkları - kaybettiklerini yıllar sonra anlayıncaya kadar böyle düşündükleri tecrübeler onları buraya getirdi.
        Hayatı boyunca hep sebeplere inandığı için sonuçları kaçıran Aykut, sebepleri  düşünürken geç kaldı hayatına... Bir yerlerde ona da geç kalan biri vardı. Belki o erken gitmişti. Cevabını bulabilseydi bu sorunun, keşke. Emin olduğu ise; hepimiz aynı torbanın içindeki o kırmızı-mavi-sarı toplarız ve birlikte olma şansımız sonsuz olasılıklara bağlı olduğu. Yani hepimiz birbirimizin ihtimali, hikayesinde kahramanıyız... Bu sadece şansla açıklanabilecek parametreler eğrisi. Öyle ya da böyle kesişen yollara benzetiyor kaderleri Aykut. Ona göre yolları okuyabilen usta bir sürücü olur, kaderleri çözebilense mutlu bir insan. Ardında biriken bir kaç kişiye doğru baktığında da aynı şeyleri düşünmeye devam ediyordu... 
        Yağmur şiddetini arttırdığında insanlar kendilerini ondan korumaya çalışıyorlardı. Ne kadar tuhaftı. Yalnız olmasalar belki de yağmura sövmez ondan romantik fırsatlar yaratırlardı. Bazılarına samimi gelen bu romantik bahaneler, kimileri için klişeden öteye gidemiyor ne yazık ki. Belki de önemli olan herkesin klişesinin, kendi hayatına özel kılmaktır? Kim bilir...
        İşte sıranın sonunda genç bir çift. Birbirlerine yakışıyorlar üstelik. Gözlerindeki o heyecan ellerine geçmiş, belkide üşüyorlar çünkü titriyorlar. Kızın birbirine yapışan siyah saçlarını düzeltti önce erkek... Bi' an durdu gözlerine baktı kızın, gülümsedi. Kızın yüzündeki tedirgin ama arzulu bakış yerini "olur"a bıraktığında erkek kıza, kız erkeğe yaklaşmaya başlamışlardı. Görünmez bir mıknatısın çekimine kapılmışlardı... Dudakları birbirine değdiğinde gök gürültüsüne karışan yağmur şiddetini arttırdı. Hepimiz başımızı korumaya alırken onlar yeryüzündeki son anlarıymışçasına öpüşüyorlardı. Onları ayıplayan - ayıplamak aslında yapmak istediği bir eylemi gerçekleştiremeyen acizlerin yöntemiydi- ve benim gibi içten içe aşka sahip çıktıkları için onları takdir eden bakışlara aldırmadan zamanı durdurdular. Onlar için gün yirmi-dört saatten bir ömre geçmişti.... Otobüs öfkeli bir amca gibi durağa yanaşıp kapıları ağız gibi açılıp "pıss" diye ses çıkardığında ayrıldılar. Aramıza dönmüşlerdi. Utanç kırmızısı, heyecan mavisi ve gelecek yeşili aynı anda yüzlerindeydi... Sıra ağır ağır ilerleyen Aykut onların bu haline gülümserken olacaklardan habersizdi... 
        Bazen öyle olur. Zamanın avlusuna bırakıp, ardına bile bakmadan kaçtığın bir şey, an ve  ya kişi sanki yıllarca seni aradıktan sonra - sen varlığını çoktan unutmuşken- seni bulur ve bir anda karşına dikilir. Aykut'un da bu yağmurlu ve soğuk günü o tarz günlerdendi. Otobüse adımını attığında içinde bir karıncalanma hissetti... Biri ona bakıyordu sanki. Başını kaldırdığında her şey için çok geçti, zaman son bir oyunla onu alnının çatından vurmuştu....

         [Meryem]
        Başlarını telefonlarına gömmüş onlarca insana bakıyorum... Elektronik dünyalarına yöneldiklerinde gerçek dünyanın tüm sorunlarına kapanıyorlar. Böylelikle sanki o sorunlar yokmuşçasına yaşarken, suni bir hayattan faydalanarak yaşamlarını sürebiliyorlar...
        Baksanıza, kulaklığında çalan ağır rock müziğin ileride ona ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, "carpe diem" diyen şu siyah tişörtlü küpeli çocuğa... Peki ya onun önündeki en fazla 16 yaşındaki lise öğrencisi kıza ne demeli... Dudaklarındaki annesi yaşındaki kadınların bile sürmekte tereddüt edeceği kıpkırmızı ruja, saçlarındaki boyaya ve önündeki ekrana tüm hızıyla cevap yetiştirmeye çalışmasına... Bir diğer tarafta yarı bilinçli bir halde seyreden amcaya ne demeli. Tüm bu teknolojik kablosuz yaşamın ortasında, Azrail'in ziyaretine kadar kestirmek isteyip, boşvermişliğine. Belki oda kızıyordur tüm bu duygusuz dokunuşlara. Malum onun zamanında yoktu böyle şeyler... Annesine bugün okulda yaptıklarını tüm bilmişliğiyle anlatan küçük kız ve onu  yorgun bir iş-gününün ardından ağırlaşan zihniyle dinlemeye çalışırken bir yandan da ay sonuna kadar nasıl dayanacaklarını düşünen anne... En öndeki, dikiz aynasından göz altlarındaki yılların yorgunluğuna rağmen artık bir uzvu olmuş direksiyonu tutarak pür dikkat yolu gözleyen şoförse kim bilir ne düşünüyordu... Öyleydi. Bazen hayat bir otobüsteki yolculardan daha fazlasını sunamıyordu sana fakat sen bakmasını bilirsen kendine harika hikayeler çıkartabiliyordun...
        "Her fırtınanın ertesinde güneş doğar. Beklemekten başka çaren yok". Bunu izlediğim bir filmde görmüştüm ve  o günden beri zaman buna inanmıştım. Dün arabayı servise bırakırken, bugün için işe otobüsle gidip geleceğimi düşünürken çok öfkelenmiş, şansıma ve kaderime sövmüştüm. Ama yıllar olmuştu belkide otobüste insanların hikayelerini okumayalı... Şimdi günün tüm yorgunluğunu unutmuş, hızlanmakta olan yağmurun huzuruna ve insanların kendi kalabalıklarında kayboluşlarına şahitlik edebiliyordum... O an bana büyük bir kaos gibi gelen arabamın bozulmasından şuan mutluluk duyuyordum. Kendime ve yaşama olan saygımdan olsa gerek daima kötülüklerin - bana kötü gelen olayların- daima o an olmasa bile sonrasında aydınlığa vardığını düşünerek yaşıyordum. Çünkü canımızı sıkmak için çok kısa bir ömrümüz var.
        Tüm bu gözlerimle resmettiğim insanlardan farklı sayılmazdım. Herkes kendi hikayesinin kördüğümlerinde kaybolmuşken ben hem onların hem kendiminkinde kaybolmayı başarmıştım. Aklım o kadar karmaşık ve hayatım o kadar dağınıktı ki... Keşke evlerimize çağırabildiğimiz temizlikçi ablalar gibi hayatımızı ve aklımızı da düzenleyecek kişiler olsa şu hayatta... Yetiştirmem gereken evrakları, görüşmem gereken müşterileri, almam gereken kıyafetleri ve sevmem gereken insanlara karar verecek birisi olsa. Her şey belki o zaman daha kolay olurdu? Çünkü bir insanın yapmakta en çok zorlandığı şey, karar vermekti.                İnsan düşünüldüğü kadar kolay karar verebilen ya da verdiği kararı kolaylıkla yaşamına uyarlayabilen bir varlık değil. Hele ki söz konusu kadınlarsa bu hiç kolay değil... Hayatım boyunca, çevremde daima aldığım önemli kararları onaylayan birileri oldu. Sizin de olmuştur. Kiminle birlikte olacağıma karar veren yakın kız arkadaşlar; hatta arkadaşlarını benimle tanıştırarak kaderime karar verenler bile oldu. Bir şekilde biriyle tanışsam, benden hoşlanıp bunu bizimle paylaştığında " bir dakika biraz düşünmek istiyorum" deyip koşarak o arkadaşlarıma gelerek onların da onayını alma ihtiyacı hissederdim. Belki ona karşı boş olmasam bile onların kararı belirleyici olurdu. Kararı yüzlerine okuduğumuzda yüzlerindeki o hayal kırıklıklarını toplayıp, tüm gerçekliğiyle öpmek isterdim bazılarını ama  bir erkeğin aşık olduğu kadın tek olsa bile tavlaması gereken en az üç kişi olurdu ve onlarda onay alamadığım için hayatımda olmayan kayıp gelecekler olarak kalırlar ardımda. Neler olacağını asla bilemeden şimdiye geldim. Ne yapacağıma, ne giyeceğime, kiminle yatacağıma karar veren birileri olmuştu daima hayatımda ama uzun süredir karar alma konusunda kendimden başkasına güvenmemiş ve bir şekilde ulaşmıştım bu soğuk ve yağmurlu güne. 
        Ne zaman hayatım için önemli bir adım atmak üzere olsam üçüncü bir gözünde önerisine fikrine ihtiyaç duyardım. Şimdi hayatımda bir şekilde yer edinmiş ve geleceğime giden trenin makaslarını değiştirerek beni bambaşka bir yolculuğa bırakan arkadaşlarım kim bilir nerede şimdi? Ardıma baktığımda korkumdan alamadığım kararlar konusunda aklımda bir soru işareti, karanlık bir belirsizlik varken; tüm cesaretimle, tek başıma göğüslediğim kararlarım konusunda en ufak bir "acaba?" taşımıyorum içimde... İçimin dağınıklığı aklımdaki o soru işaretlerinden belki de... Kadınların çoğunun hayatının seyir defterini kendileri yazmazlar, asla unutmayın ve benden size garip bir yolcu tavsiyesi; kararlarınız sizin olursa pişmanlık duymuyorsunuz, asla.
        Kalbimi açtığım o insanları düşünüyorum şimdi ve kalbimi açmaya izin alamadıklarımı... Kendimi düşünüyorum, ne yazık. Yalnızlığımın tek sebebi belki de korkaklığım... 
        Ah... Bu hüzünlü hava bana hiç yakışmıyor. Hemen dağıtıyorum aklımın karanlık bulutlarını, gözüm şehrin üzerindeki karanlık bulutlara takılıyor. Pencerede biriken yağmur damlalarının neden olduğu o puslu görüntüü, sol elimle netlediğimde şiddetini arttıran yağmurla burun buruna geliyoruz. Aramızda kalın bir cam olmasa yağmurla öpüşebilirim belkide... Yağmur iyidir. Tüm kadınlar gibi bende yağmurdan nedensiz haz duyuyorum. Sanki şehrin sokaklarından geçerken her şeyi toplayıp, toprağın kayıp derinliklerine ilerlerken, insanın da tüm geçmişini ve hüzünlerini süpürüyor... Geriye yalnızca yağmurdan sonraki o huzurlu kokuyla, yüzde tatlı bir tebessüm kalıyor... 
        Ağır ağır ilerlerken otobüs aklıma birden bir yüz düşüyor. Eskilerden. Kalbimin kapılarını açmadığım hüzünlü bir yüz... Zayıf yüzünde daima hafif bir hüzün bulunurdu. Gözleri uzaklara hep boş bakar, sanki uzaklarda birini gözlerdi. Saçları rüzgarla uçuşunca alnı aydınlanırdı. Alnında hikayesini bilmediğim derin bir yara vardı. Onun hikayesini bilmediğim ve görmediğim derin başka yaraları da vardı muhakkak... Konuştuklarını anlamazdım bazen ama dudaklarını takip ederken sarhoş olurdum. Ellerini hep havada bir şeyler çizmek için kullanırdı. Anlattıklarının resmettiği bir kalem gibiydi parmakları...
        Böyle yağmurlu bir gündü. Bir kaç sene önce, okulun son senesinde. Okulun son senesinde insanın aklı karışık olur. Öğrencilikle- hayat arasında kararsız kaldığım, geleceğe dair yüzlerce fikrin karmaşıklığında aklımın iplerini salmak üzere olduğum zamanlarda karşıma çıkmıştı. Aykut. Evet o zayıf yüzlü, hüzün bakan ve gizemli bir hikayesi olan adamın adı Aykut'tu... Herkese karşı nedensiz bir öfkesi olduğunu, kimsenin zamanını çalmak istemediğini söyler ve tüm insanlıktan tek bir dileği olduğunu söylemişti bir keresinde; konuşun. Herkesin konuşarak anlaşabileceğine inanmıştı... Kimin ya da neyin sayesinde hayatlarımız aynı dilimde kesişmişti hatırlaması güç ama onunla buluştuğum bir kaç seferden sonra hep tarifsiz bir huzur olurdu içimde. Tüm öfkesini başkalarına saklarken bana karşı sırıtmayan bir nezaketi olurdu. Daha önce ya da sonra tanıdığım eskimiş numaralarla bana sokulmaya çalışan kimseye benzemiyordu. Ne kendini saklıyordu ne de kendinden kaçıyordu. En başından beri benden hoşlandığını sözleriyle olmasa da hal ve hareketleriyle alenen belirtiyor ama bunu o kadar ölçülü yapıyordu ki arkadaş mı sevgili mi olmaya çalıştığını anlayamıyordum. Kesinlikle çok zeki ama bir o kadar tecrübesizdi. Benimle buluştuğunda dudakları kururdu. Çok konuşmazdı ama dudakları nedensiz kururdu.
        Bense ona karşı hiç "öyle" şeyler düşünmemiştim. Sadece her kadın gibi gururumu ve egomu tatlı bir şekilde, acıtmadan ve ürkütmeden okşayan bu adama karşı sebepsiz bir yakınlık duyardım. O sorana kadar asla aramızdaki bu belirsizliğe isim koymayı düşünmemiştim... Tanıştıktan bir süre sonra konuşmalarımız ve buluşmalarımız azaldı. Ben kadınlığın getirdiği o sahte ağırbaşlılıkla onu özlesem bile onun bana gelmesini bekliyordum... Beklemenin zamanı kaçırmaktan başka bir işe yaramadığını bu ve bunun  gibi bir kaç örnekten sonra ancak öğrenebildim... Kendini unutturmayı da hatırlatmayı da o kadar iyi başarıyordu ki yaşadığı hayatı merak ettiğim kadar ondan korkuyordum da... Ben dahil pek çok kadın belirsizlikten delice korkarız, ayaklarımızı yerden kesecek birini arzularız gibi laflarımıza bakmayın siz. Uçmaktan ve yükseklerden daima korkarız.
        Yüzüne her baktığımda gördüğüm o tahmin edilemez hüzün ne kadar yoğunsa o kadar cesur bakardı aynı zamanda... Hayata karşı manevraları o kadar usta işiydi ki asla yıkılmıyor ve düşmüyordu sanki. Her ne olursa olsun sadece bi' an nefes almak için duraklıyor sonra yeniden devam ediyordu. Bir keresinde bana " İki insanın birbirini tanıması imkansızdır. Herkes tanıdığını düşünmek ister çünkü tanımak gitmek için en güzel bahanedir" demişti. Ona "Seni çok iyi anlıyorum" dedikten hemen sonra bunu demiş ve gitmişti. Onu o günden sonra asla hayatın içinde görmedim.
       Sanki hayatından bir Meryem geçmemiş gibi yaşamaya devam ettiğini ise telefonumun ekranında içim içimi yerken, gizliden gizliye onun adımlarını izlerken görüyordum. Adamı sanki ben değil o beni reddetmişti. Attığı her adım sanki beni çağırıyormuş gibi hissediyordum. Yaptıklarının bir taktik mi yoksa doğal bir hayat akışımı olduğunu ne o zaman ne de şimdi anlamadım... Bazıları öyledir, o kadar samimi yaşarlar ki inanamazsın. Sanki bir rüya, ütopya gibi gelir. Ellerini havaya kaldırmış " ben gerçeğim beni gör " der hiç bıkmadan ama insan oğlu burnunun ucunu görmeden geleceğe bakmaya çalıştığı için bunu kaçırır. İnanmak istemez. Cesareti yetmez. Sonra tüm bunların bir rüya değil, gerçek olduğunu  giderken bıraktığı özlemin kokusunu duyduğumuz an anlarız ve hep geç kalırız...
        Geç kaldığımı fark ettiğimde onu aramak istedim. Onun insanların konuşması gerektiğine, ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın herkesin son bir konuşmayı hak ettiğine dair inancı aklıma gelmişti. Onunla son kez konuşmam gerek diyerek indirdiğim gururumun kapılarından geçmek üzereyken, elimdeki telefonu alan o yakın arkadaşlardan birisi "kendini aptal gösterme" sözüyle beni kandırmayı başarmış. Yolumdan çevirmişti...
        O günde, tanıştığımız gün kadar yağmurluydu... Onu o yağmurdan sonra asla düşünmemiştim. Sonra okul bitmiş farklı şehirde, farklı bir hayatın kapısını araladığımda  ardımda kalan her şey gibi onu da unutmuştum... Bu şehre döneli bir kaç ay oluyordu ama aklım tekrar yeni bir hayatı düzene sokmakla meşgulken buradaki anılarımı hatırlamakla meşgul olamıyordu. Hem onca hatıraya rağmen unuttuğum bu adamı şimdi neden hatırlamıştım? Onu sahiden unutmamış mıydım? Ya da unuttuğumu sanmış, kendimi mi kandırmıştım? Aklımda ki bu sorulara cevap bulmak gerçekten güç ama bir insanın asla unutamayacağını, unutmuş gibi yaparken hiç beklemediğimiz bir anda bilincimizin derinliklerini tetikleyen bir "şey"le birlikte hatırladığımızı öğrendim şuan. Çünkü yıllardır aklımın ucundan geçmeyen o hayat şimdi bu yağmurlu ve yorgun günde zihnimin duvarlarını zorluyordu. Bunun bir sebebi olmalıydı...
        Bunları düşünürken otobüsün kalabalık bir durağa yaklaşmaya çalıştığını fark ettim. Uzun sıranın sonunda öpüşen genç bir çifte bakan onlarca göz gördüm. Tüm bu gözlerden ben rahatsız olmuşken onların olmamasına şaşırdım. Aklıma kendi gençliğimde yaşadığım heyecanlar ve onları yaşarken gözümün o an ki heyecandan başka bir şeyi görmediği geliyor ve gülümsüyorum... Sıranın başına doğru kayan bakışlarım, onlara bakıp gülümseyen başka bir yüz daha fark ediyor... Duraksıyorum. Aklımda bir karıncalanma, kalbimde bir telaş. Sanki ben bu yüzü bir yerden anımsıyorum. Bazen öyle olur, tanıdığınız ya da daha önce tanışmış olabileceğiniz aşina bir yüzle karşılaşınca tereddüte düşer ve tuhaf hissedersiniz. Aynen öyle olmuştum...
        Yüzündeki o gülümseme bittiğinde. Aniden bastıran bir sis gibi yüzüne çöken hüzündü. Böyle bir yüzü hayatında bir kez görmüştüm ve asla unutmamıştım- unutmadığımı bir kaç dakika önce anımsamış olmam ise kainatın bana manidar bir oyunuydu elbet- Ne yapacağımı bilmeden, düşünme yetisimi kaybetmiş bir şekilde onu izliyordum. Eski bir tanıdığı görmenin tozlu heyecanı mıydı hissettiğim yoksa yıllanmış bir özlemin acımtrak hatırası mı? Bildiği tüm duygular içimde karıştırılıyor ve ağzımdan göğe çıkıyordu sanki. Dudaklarım kurumuş, gözlerim kararmıştı... Sıra ilerledikçe attığı adımları izliyor, yandan durduğunda bile bakışlarındaki o cesareti görebiliyordum. Hüzün ve cesaret aynı anda tek bir vücutta ancak bu kadar karışabilirdi...
        O vazgeçilmez olma hissinin verdiği duyguyla aklımda kendime yönelttiğim bir kaç soru buldum; "Acaba beni unutmuş muydu?" "Beni görse hatırlar mıydı?" "Onunla konuşmam gerekirse ne yapmam gerekirdi"
        Bu soruların gölgesinde zaman durmuştu sanki... O duran dakikalarda başka bir sözü geldi aklıma Aykut'un. Yine zamanla alakalı yaptıkları bir konuşmanın sonunda o  "Şimdi ne olacak" diye sormuştu ben " Zamana bırakalım, o en doğrusunu bilir" dediğimde ise hüzünlü bir gülümsemeyle birlikte " Zamana bırakmak... Bazı insanların bildiği tek bahane bu sanırım. İşin kolayına kaçmayı yaşamak sanıyorsunuz. Oysa o kadar kolay değil. Zamana bıraktığın hiç bir şeyi bıraktığın gibi geri alamazsın... Zaman akar gider ve sen kalırsın. Ben elimden geleni yaptığıma inandığım an akışına bırakırım hayatı." dedi. Göz kırptı ve gitmişti. Sanırım ne zaman geleceğini ve ne zaman gideceğini o kadar iyi biliyordu ki...
       Duran zaman yeniden akmaya başladığında kendimin de onun da zamana bıraktığımız gibi olmadığını görmüştüm. İçimde kötü bir his vardı. Her şey için çok geç olduğuna, bir kez kaybedilmiş bir hayatı yeniden kazanmanın ne kadar umutsuz olduğuna dair bir his....
      Aramızdaki tek nesne otobüsün kapısıydı. Otobüs o kadar kalabalık değildi ve otobüse binen herkesin boş koltuk aramak için başını kaldırdığında ilk beni gördüğünü hissediyor ama gözlerimi onun üzerinden alamadığım için tam emin olamıyordum. Beni fark ederse ne olacaktı?
     Sanırım bakışlarımı hissetti. Kadınlara ait olan bu özellik sanırım onda da vardı. Yabancı bir çift gözün üzerinizde izinsiz dolaştığında bünyenizin otamatik olarak alarma geçmesi gibi düşünün... Önce şüphelendi. Ruhunun titrediğini hissettim sanki. O saniyeden bile kısa süre içerisinde başını kaldırması bana bir ömür gibi geldi....
     Hüzünlü yüzü ve cesur bakışlarıyla karşılaştığımda hayat son bir oyunla beni alnımın çatından vurmuştu!

[AYKUT]
     Onu hala hatırladığımı bilmekti asıl beni öldüren, nefesimi kesen. Onu neden sevdiğimi, ondan neden vazgeçemediğimi o kadar çok sormuştum ki kendime ve asla cevabını alamamıştım o soruların. Sonra elimden geleni yaptığıma inandığım ve yorulduğum günlerden birinde onu zamanın nehrine bırakmıştım. Bir süre onu düşünmeden uyuyamaz, geceleri onunla bir kez daha karşılaşınca ona yapacağım son konuşmanın her detayını planlamadan uyuyamaz olmuştum... Acı çekmiyordum. Sadece özlüyordum. Özlemenin ne demek olduğunu ilk öğrendiğimde zaman kendini sonsuzluğa bırakmıştı ve annemi kaybetmiştim. Özlemin acısını da huzurunu da içimde o kadar çok yaşadım ki sanırım artık onu hissedemez olmuştum ve unutmuştum.
     Yıllar sonra "tesadüfen"  onunla karşılaşmak bana çok ağır geldi. Özellikle onun da bana hatırlarmış gibi bakan gözlerini görünce... Fakat bitmiş bir öyküye asla devam edilmediğini o kadar çok yaşamıştım ki, inanmak istesem de bir şeylerin en baştan devam edebileceğine inanmak o kadar güçtü ki...
     Onu görür görmez ağırlaşan zamanda onunla aklımda kalan konuşmalar ve yapamadığım konuşmalar aklıma geldi. Ona o kadar az şey söylemiştim ki. Ona karşı olan hislerimi, onunla ilgili planlarımı o kadar iyi gizlemiştim ki. Tüm o planları bir tek onunla yapmayı istediğim için kimseye de açmamıştım o kutuyu. Tüm bunları bir anda hatırlamak, zamanın ipini boğazıma dolamış ve idam sehpasının ayaklarımın altından kaydırıldığı hissi uyandırmıştı bende. Nefesim kesilmişti tam manasıyla. Ve hala o kadar güzeldi ki...
     Zaman normal seyrine döndüğünde. Ardımdaki öfkeli adamın "Hadi kardeşim devam et" deyişiyle kendime geldim. Bana "bir şey der" gibi bakıyordu. Fakat o hep öyle bakmıştı bana. Ben hep ona bir şey demek istemiştim ama diyememiştim. Her zaman sahip olduğum cesaret ona karşı korkaklık oluyordu. 
     Bir adama baktım bir de ona. Ne yapmalıydım. İçimdeki kırgınlığa mı yoksa özleme mi kulak vermeliydim. O kadar hızlı karar vermiştim ki hem ben hem de ardımdan bakan yolcular "deli" olduğumu düşünmüşlerdi.
    Otobüsten geri inmiş o yağmura bırakmıştım kendimi. Şuursuz bir şekilde yürürken ıslanan saçlarımı düzeltip " bu da unutulacak, merak etme" diyerek kendimi, içimdeki çocuğu avutuyordum sanki. Tüm bu karmaşanın içerisinde nasıl oldu aklıma buluşacağım arkadaşım geldi. Hemen telefonu çıkartıp, ıslanan tuşlara hızlıca basarak onu aradım... Uzun uzun çalarken ben hala Meryem'in etkisindeydim...
"Alo" dedi biraz bıkmış biraz öfkelenmiş bir sesle.
"Alo Abi. Ya sorma çok acil bir işim çıktı, bir dahaki sefere görüşsek" dedim. Yalan söylediğimi düşünmüyordum. İnsanın hayatı boyunca sevdiği ama unutmak zorunda kaldığı kadın kaç kez karşısına çıkıyordu! Ölmediğime dua etmeliydi bence.
      Biraz duraksadıktan sonra " Eyvallah" dedi. Sesindeki küfrü duyar gibi oldum ama umursamadım.
      Telefonu hızlıca cebime attığım anda sol omzumdan biri yakaladı.
      Her şey o kadar hızlı oldu ki hiç bir şey anlamadım. Zaman tekrar sonsuzluğa geçmişti benim için. 
     Beni sırtımdan tutmuş, çevirmiş, gözlerime bakmıştı. " Bu kez seni zamana bırakmayacağım hüzünlü rüzgarım" deyip, beni öpmüştü.
      Yıllarca hayalini kurduğun unutmaya yüz tutmuş bir an gerçekleştiğinde insanın olanı biteni anlaması o kadar uzun sürüyor ki...
      "Bana bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu. Kedi gibi bakıyordu. Islak ve bakıma muhtaç bir kedi gibi...  
      Güldüm. " Sandığımızın aksine gün herkes için yirmi-dört saatlik dilimlerden oluşmaz" dedim.
      Ne demek istediğimi ilk kez anlamıştı çünkü beni ikinci kez öpmüştü. Kol kola girip yağmurun altında o genç çift gibi öpüşmekten fırsat bulduğumuz vakitlerde birbirimizi suçlayan konuşmalarla yürümeye başladığında önce gök gürledi sonra şimşek çaktı....
     O bir saniye de annemin gülümseyen yüzünü gördüğüme yemin edebilirim size!
     [BİR DOST]
"Hiç sorma kardeşim ya. Adam avukat oldu, bir tarafı kalktı. "
"....."
"Aynen öyle, ne arar ne sorar eski dostlarını. Beyfendinin ayağına geldik bizimle görüşmüyor"


Şaban Sarı 
/Şubat 14/

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...