Pages

Ads 468x60px

12 Aralık 2015 Cumartesi

HAYAT FİLOZOFU

HAYAT FİLOZOFU

            Yokuş aşağı, yağmur sularının peşi sıra iniyorum. Saçlarım bir kedi kıvamında ıslak. Yolumu gösteren su sesi beni alıp götürüyor. Bu hüzünlü romantizm solda kendini şehrin karanlık dehlizlerine bırakırken, ben ondan ayrılarak sola doğru kıvrılıyorum. Kendimi başka bir sokağın koynundan karanlığa akarken buluyorum. Bu sokaklar bana aşina, tadı damağımda kaldırımların havası. Sokak ünlü. Ününü başka şehirlerden duyan geldiği için de buraya ait olmayan hayatlar doluyor bu soğuk ve köhne sokağa. Evlerinden sakladıkları ilk parayı ceplerine koyup ardımda kalan bu kaldırımlara akan bu adamcıklar için birkaç saatlik hareket kendilerinden bile kıymetli. Her şeylerini bir kenara bırakarak kahvehane köşelerinde anlatılan hikâyeleri yaşamak için koşarlar buraya. Kendinden vazgeçmenin anavatanında, başkent olarak görüyorum sokağın kendisini. Yırtılmış ceketlerin cebinden sarkan hayallerin kokusu karaktersizlik gibi geliyor… Bilinmeyenin heyecanıyla, palavraların peşinde dövüşecek bir yatak aramak, kendini uzaklarda kaybetmenin dayanılmaz ihaneti… Heybelerinde dolu yalanlarla gerisin geri sığ sulara dönerkenki o yalnız kendini kandıran oyunlar… Bunlarla ünlü oldu sokak, fahişeleriyle değil…
    Bırakalım bu ağzımda sakız gibi çiğnediğim toplum eleştirimi de yolumuza bakalım değil mi? Bireysel kurtuluştur bir toplumu kurtaracak olan, önce ben! Lütfen!
    Aklımdan dökülen bu hayal ötesi cümleler beni duvar suratlı bir kapının önüne getirdi. Dikiliyorum ellerim ceplerimde. Sanki içerideki dünyayı bilmiyormuşum gibi. Öbür tarafa geçecek de paralel ömrümün özetini izleyecek ciddiyetiyle dikiliyorum. Dikilmenin dayanılmaz ağrısı saç uçlarımdan sızıyor.
    Benden başka kaç deli bir kapının karşısında hayatı sorgulama ahmaklığına düşer ki? Kendi içimdeki savaşı bir kapının şahitliğinde kazanabileceğimi mi düşünüyorum yoksa? Bu kapının ardı karanlık, biliyorum.  Biliyorum ki kapının ardında satır başı yaparak hayata yeni bir paragraf yazılacak içimde. Olasıdır bir ömrün bitip, kelebek ömrüne başlamam. Hayat, hayalle reel arasında bir yer ve bu kapı kavşak. Hayatın önümdeki yolu yüzüme tokat gibi vurduğu seçimler ansiklopedisinden ince bir cümle bu kapı. Kapıya methiyeler. Son. Kapa parantez.
    Kendi kendime yaşamayı bırakıp, sayısız kez geldiğim bu evin içine kendimi atıyorum.
    Solmuş bir çiçek gibi sallanan lambanın kendine hayrı yok. Yılan gibi kıvrılan koridordan salona geçince, loş bir sis perdesinin içinden ilerlemiş oluyor ve  sanki bir rüyadaymış hissi içerisinde kendinden geçiveriyorsun. Bulutun sonunda beni bekleyen manzaraya aşinayım. O toy heyecanım yok artık. Tecrübe tüm heyecanların katili olabilir gelecekte.
 Salondaki sekiz yarı çıplak kadın çeşitli noktalarda konuşlanmışlar. Ten yaşı otuzlarında gözüken yirmilerin ortasındaki kadınların bazılarının kucağında yaşam defterini ortalamış kart zamparalar, bazılarında benden genç depremde titreyen bir ampul gibi duran delikanlılar oturmuşlar, ısınma turlarını atıyorlar. Pazarlık yapılmaz. Net bir ücret peşin olarak ödenir. Ben artık ç.ö.k ( çok önemli kişi) müşteri olduğumdan önceden aradığımda odam hazırlanırdı. Benim sıfatıma aşina oldukları için selam verme zorunluluğum olduğu birkaç kadına selam verip, Hümeyra’nın bahşişini ve hizmet bedelini ödeyip, damat odası olarak adlandırıldığını yeni öğrendiğim 8. Odaya doğru yürüyorum. Bir iki odanın kapısının kulağıma fısıldadığı iniltilerden geçip, odaya giriyorum.
    Loşluk evin her yerini istila etmiş olmalı ki, odaya da aynı atmosfer hâkim. Sokağın ışıklarının meraklı gözleri bile odayı aydınlatmaya yetmiyor. Pencerenin kenarındaki yatağa yarı çıplak oturmuş Müzeyyen. Müzeyyen’e doğru yürürken, ben size Müzeyyen’in geçmişini anlatayım.
    Onu ilk gördüğümde, toprağını yadırgamış bir fidan gibi solgun teni, sert bir rüzgâra karşı titreyen gövdesi vardı Müzeyyen’in. Büyük şehir, büyük umutlar demekti, böyle duymuştu köyde. Duyduğun, yaşayacağının kanıtı değildir Müzeyyen. Ah müzeyyen. Büyük hayallerle geldin biliyorum bu çukura ve daha ilk rauntta nakavt oldun.  “Araftayım” diyor bana bazen Müzeyyen. Bu çukur onun kararlarının orta noktasıymış. Çünkü cehennemin en sıcak yerinden, baba ocağından gelip, cennet diye sığınmış buraya. Burası da cennet tasvirlerine uymayınca, Araf demiş buraya. Ailenin yanından her yer iyidir ona göre çünkü.
    Çok konuşmaz Müzeyyen. Başlarda herkes az konuşur zaten. Kafesinden yeni kaçan bir kuş misali, sarsılarak uçuyordu bu şehrin semalarında, tanımaya çalışıyordu yabancısı olduğu gökyüzünü. Onun sessiz lisanını anlıyordum ama konuşamıyordum.  Ama ellerim ona uzanıp, “o olsun bu sefer “ dediğinde bir şeylerin değişeceğinden de emin gibiydim. Sevişeceğim sıradan bir fahişe olmadığını o an da sonra da anlamıştım. 
    Tazeliğine ödediğim normalden fazla ücretten daha fazla değeri vardı. Burada insanlık paraya endeksli olduğundan böyle konuşuyorum. Çıplak teni, yapraklarını dökmüş bir ağaç gibi kış soğuğuna direniyorken, ruhu titriyordu. Uzun siyah saçlarının kapattığı göğüsleri, dimdik bir asker gibi dikiliyor ve korkuyla çarpan kalbinin sesini kamufle etmeye çalışıyordu. Küçük yüzünde daha bir irileşen gözlerinde korkuyla karışık umut tanelerini görüyordum. Belki de bu saatler onun kurtuluşuna götürecekti, öyle düşünüyordu. Hiç tanımadığın bir yerde Müzeyyen, hiç tanımadığın bir adamla, bilmediğin sularda yüzecek olmanın kokusuydu teninden aldığım koku.
    Teninden başlayarak ruhuna doğru yol alırken, ürkekliğine dokunmadım. Ellerimi uzatırken yanağına,  sanki öldürmüşçesine korkarak elleriyle koruyuşu kendini, neler yaşadığının kanıtı gibiydi. Anladım ki korku da sevgi gibi tecrübe gerektiriyordu. Ve müzeyyen korku konusunda ustalaşmış ama sevgi konusunda umutsuz bir fakirdi. Fakat bir ruh ne kadar ezilirse ezilsin, üzerinden alınan o kirli hatıraların ardında gerçek sevgiyi daima hisseder.  Ona sevgi tecrübemin verdiği yetkiye dayanarak hüzünlü bir hazla yaklaştım.
    Geneleve geliyor olmam, kadınları bilmediğim anlamına gelmiyor, demiştim bir keresinde Müzeyyen’e. Sadece gereksiz egolarla muhatap olacak gücü kendimde bulamıyorum, burası da egoların değil paranın geçtiği tek yer, diye savunmuştum kendimi. Kolu kanadı kırık bu kuşa önce korkulacak biri olmadığımı göstererek ve ürkekliğini güvene çevirerek yaklaşmış, ilk kez sevgiyi hisseden ruhu pençelerini geri çekerek beni kabul etmişti. Ve sanırım şimdiye kadarki en güzel birlikteliğimdi onunla ilk tanıştığım gün.
    Odasından çıkarken o tiz ama tınılı sesiyle “ teşekkürler “ demişti. Onun sesini ilk kez o zaman duymuş ve bir daha hiç unutmadığım bir şarkı olmuştu. O günden sonra o yaşamaya dair çok adım attı, emeklemekten koşmaya kadar geldi; o büyürken ben de kendi içimde çok değişiyordum. Farkındaydık… değişebilmek için sizin ayarlarınıza dokunabilen bir anahtar şarttı anlaşılan.
    Haftada bir geldiğim bu rüyaya, artık yalnızca Müzeyyen için gelmeye başladığımı kendime geç de olsa itiraf edebildiğimde rahatladım. Cumartesi günleri ben ona, o da bana hazırlanırdı. Ben ondan başkasına gitmez, o da o gün yalnızca beni beklerdi. Bazen ben gidemezdim o başkasına gitmek zorunda kalır, bazen de hatırı kırılmaz bir müşteriyle olurdu ben geldiğimde. Kıskanmazdım onu ama içimde tarifsiz bir karıncalanma olurdu.
    İş dünyası acımasız. En masum ruhları bile kendine benzeterek, içini boşaltabiliyor. İnsan da doğası gereği yaşama dürtüsüyle ortama uyum sağlıyor. Müzeyyen de her geçen gün daha bir uyumlu oluyordu bu bok çukuruna. Çorak arazide açan bir çiçekten, çöldeki öylesine bir kum tanesine dönüşüyordu. Göğüsleri daha olgun gösteren bluzlar giyiyor, değişik şekillerde çoraplar ve eteklerle tamamlıyordu görevini; acemice başlayıp gittikçe profesyonelleşen makyajlarıyla ve en önemlisi o suskun dilini unutup, bizim dilimizi akıcı bir şekilde konuşmaya başlamasıyla, diğer sesler ve görüntüler arasında öne çıkıyordu… Değişim, bizi yaşama bağlayan bir halat gibiydi.
    Artık yaşamayı kadınlardan değil bir kadından öğreniyorum. Dakikalarca hazineler aradığımız vücudumuzun haritalarında yoruldukça, aklımızın satır aralarındaki hikayelerle dolduruyorduk saatimizi. Bir dakikanın bile kıymetini anladığımız için, boşa harcamıyorduk zaman tanelerini. Senin cahil diyeceğin, pis diyeceğin, ******* kodumun orospusu diyeceğin bu kadından benim spinoza hüzünlü bir filozof bulacağımı kim bilebilirdi ki… Ruhumun işkence gören yanlarına iyi gelen sözleri, yaptığı tinsel ve tensel tedavilerle her sevişme sonrası yeniden doğarken ben, o da benimle birlikte dışarıya çıkarak şehrin güzelliklerini ve keşfedilmemiş yanlarını görüyordu. Aramızdaki uyum kim olduğumuzla ya da ne iş yaptığımızla ölçülecek basit bir denklem değildi. Aramızdaki uyum, benim zamanımın onun zamanına eş olması, ruhlarımızın aynı karanlık çağda saklı oluyor olmasından kaynaklanıyordu. Ben ruhunu şeytana satmış anarşist bir öğretmenken; o tenini yokluğa veren köylü bir melekti. İkimizin de yalnızlığın koynunda titreyerek uyuduğu bu cehennemin arka bahçesi olan şehir, yine bizi birbirimize muhtaç kılan bir mucizeydi.
    Bir sevişmenin arasında Müzeyyen terli yüzünü kaldırarak “ sen aşk değil, ruhunu emanet edeceğin bir kitap arıyorsun. “demişti. Nasıl diyen o baygın bakışlarıma “ aradığın bir kitap ya da kadın yok, yalnızca insanların ve hikayelerinin arasında olmak hoşuna gidiyor.” Diye cevap vererek tutkulu bir öpücükle tespitine nokta koymuştu. “ senin varoluş sancını dindirecek kadını tanrı henüz yaratamamış. Suskunluk odaya sis gibi çökünce ben, vermem gereken cevap buymuş gibi “ sen varsın ama “ dediğimde, “ ben senin tiyatronda yalnızca sana yolunu gösteren bir yönetmenim, sana fısıltılarla yol veriyorum ama seni fısıltılar değil, gerçek bir çığlık kurtarabilir” diyerek yeniden sevişmeye başlamıştı. Ben o sevişmeye doğal olarak aklımdaki fısıltıların gürültüsünden odaklanamadım ve hiç zevk almadım. Ama Müzeyyen’de az konuşup, çok düşünebileceğimi bildiği için yeniden sevişmeye başlamıştı benle… Beni benden daha iyi anlayan bir kadın, yok daha neler...
    Bazen bunun bilgelik mi ukalalık mı olduğunun ayrımına varamıyorum. Çünkü tüm bunları konuşan o yüce kadın bazense geldiği yerdeki kendi dünyasının küçük köylü kızı Müzeyyen oluveriyor. Hiç bozmadan onu dinliyorum çünkü ruhu bazen aslını özlüyor ve anlatma ihtiyacı hissediyor. Yalnızca anlatıyor… koyunlardan konuşuyor, pis kokularından, kardeşlerinden ve köydeki dedikodulardan konuşup, ağlardı. Annesine üzülür, babasına küfrederdi. Öfkelendiğinden ağlardı, hiç üzüntüden ağlayan birine benzemezdi. Ben de bilmediğim bir coğrafyanın öyküsünü usul usul dinlerdim, o susunca bana ıslak gözleriyle gülümserdi ve bende onu kollarımla sıkı sıkıya sarar, rahatlayana kadar bırakmazdım. İkimizde birbirimizin fırtınalardan kaçarak saklandıkları birer limanıydık…
    Ben bazen o günlerde tanıştığım bir kadını anlatırdım. Ne hissettiğini bilmezdim Müzeyyen’in. Ama kıskanmazdı onu bilirdim. Akıl verirdi bana. Beceremediğimde bir işi kızardı bir anne edasıyla. Bazen aramızdaki ilişki sex ve paraya odaklı değil de karşılıklı sohbete dayalı gibi düşünürdüm, sıradanlaşırdık, hoşuma giderdi.
    Müzeyyen’i tanıyan herkes çok sever. Saflığın işlenmesiyle ortaya çıkan zekası ve doğuştan gelen kadın yeteneklerinin gün yüzüne çıkmasıyla hem ben hem de pek çok çalıntı hayat yaşayan adamın gözdesi yapıyordu. Bazen sıramı beklerken odasından çıkan adamların hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş bir balon gibi uçarak kapıdan çıktıklarını görürdüm.  İçeri girdiğimde duştan yeni çıkmış pembe teniyle bana hazırlanıyor olurdu. Nasıl bir kadınsın ki yanından kimse yüzü asık ayrılmıyor, dediğimde, “ bazen sevişmek iyi gelir insana bazense yalnızca konuşmak” diye cevap verir beni sustururdu.  “Bir saat sevişmek için çok uzun genç adam, herkesin gücü buna yetmeyebiliyor ama bedenlerinden sonra anlatarak akıllarının da boşalmasını sağlıyorum ve inan bana kollarımda ağlayan bir erkek,  kasıklarıma boşalan bir erkekten daha mutlu oluyor… “ deyip, “ söyle bakalım senin neye ihtiyacın var” diye dalga geçiyordu benle. Aslında çoğunuzdan iki katı ücret talep etmeliyim hem ruhunuzu hem bedeninizi rahatlatıyorum, en kral psikiyatristten daha faydalıyım, oh ne ala memleket. Diyip, beni tahrik eder, “ o zaman ben de bir terapini alırım” diye konuya girerdim.
    Güzel hikayelerle öyle ya da böyle Müzeyyen’i bir yıla yakındır tanıyorum. Ben bunları anlatırken zaman akmaya devam ettiği için Müzeyyen çoktan soyunmuştu. Artık toplanma vakti gelmiş birer meyve gibi duran göğüslerinin tadına bakmaya başlamış, bal arısı gibi çiçeğin en güzel yerlerini emdikten sonra coğrafyasının keşfine çıkmaya başladım. Şimdiki zamana geldiğimde, kıvrılan tenlerimiz birbirine uymaya çalışan yapboz parçaları gibi. Nefeslerimizin birbirine karıştığı noktalarda iniltiler yol gösterirken bize, hazzın ışığında ulaşılmaz noktalara doğru yol alıyoruz. Kendini keşfetmeme izin veren Müzeyyen, kendimi kaybetmeyim diye kendini yormadan, benim yolu aramama izin vererek süreyi uzatıyor.
    Kendini tanıyan ve birbirini tamamlayan iki id’in harmoni dansıyla akan dakikalar biraz hızlanınca, ten- ses eğrisinin bükülmesinde etkili oluyor ve Nirvana! Bir saatin son on dakikasına girilirken ikimizde nefes nefese ve sırılsıklam uzanıyoruz. Müzeyyen’in teni tenimde tek vücut biraz soğumayı bekliyoruz. Müzeyyen’in yeni adet edindiği orgazm sigarası yanıyordu. “herkes yaktıramaz bana bu sigarayı” diyerek benim gururumu okşaması gerektiğini de öğrendiğini göstererek, çektiği nefesi ben rahatsız olmayım diye cama doğru üflüyor.
    “biliyor musun genç adam, yaşıyorsam bu boktan yerde senin varlığın sayesinde. Senin beni kucaklayıp, bir saat bile bulutların üzerinde, yepyeni bir yaşama taşıyor olman, bunun ihtimali bile ruhumu motive etmeye yetiyor. Hayatın karanlık tarafından, gri tarafına geldim. Ama sen aydınlık tarafsın ve sana dokunmak bana kendimi gerçek hissettiriyor.  Biliyorum kendi içinde verdiğin meydan muharebelerinde hep yenik bir komutan gibi görüyorsun kendini ama ruhun hala direniyor. Ruh varsa umut da var demektir be adam, delirme sakın; Diren!
    “Müzeyyen, ben artık göçebe bir bedenle yaşamak istemiyorum. Yoruldum ve korkuyorum. Evet gencim, evet hayatın içinden geçtim ve evet her boku biliyorum ama yetmiyor. Çok yaşayan değil, çok susan mutlu oluyor. Ben mutlu değilim Müzeyyen.  Artık kendime ait bir yaşam istiyorum, kendime ait bir kadına ait olarak onun içinde erimek, yok olmak; o olmak istiyorum.  Bir kadınının içinde erimiş adam, tamdır. İki kişilik bir bütünle tam olabilecek bir adam olarak olmayan bir parçayla tek ya da bir parça olmuyorum; yarım oluyorum. Yarımlık beni huzurlu kılmıyor Müzeyyen.  Yarım oluşum yaşam ve normal arasında beni anormal yapıyor. Anormallik değil ama yarımı arama telaşım beni yoruyor be kadın. Ve yüksek duvarlı egolar cumhuriyetinde uğruna kendimi feda edeceğim bir kadın yok! Sen varsın ama Müzeyyen. Gerçeksin sen. Bana öyle bakma sakın. Anladın sen beni. Beni benden daha çok anlayan tek insansın sen. Sen sıradan bir kadın değilsin, hiç olmadın da. Buraya geldiğinde masumdun ama artık masumiyetin gizli ve sen o masum yaşamın üzerine birkaç beden fazla yaşam daha koydun müzeyyen. Sana fahişe diyen kendisi hayatın orospusu olmuş bir sistem koliktir. Oysa sen bir filozofsun Müzeyyen. 21. Yy in en iyi filozofu ödülünü sana veriyorum. Sen Hayat filozofusun!
    “abartma istersen. Haydi, süren doldu, git artık adam. Hem filozofların düşünmeye ve duş almaya ihtiyacı vardır. Yabancı korkularıma korkular eklediğin için de teşekkür ederim.”
    Gülümsedi. Bana daha önce hiç gülümsememişti. Gülümsemesi kapalı havada güneşin yüzünü göstermesi gibi aydınlattı aklımı. Hafiflemiş bir şekilde uçarak indim merdivenden. Kaderin kapısından çıkıp, olağan yaşam senaryomun içine girdim. Arkama dönüp penceresine baktığımda, bana bakar buldum onu. Sanki kal, gel kurtar der gibi bakıyor gibi geldi. Tıpkı hypathia gibi kararlıydı bakışları ve inanmıştı sanki bana. Ardından bir el uzanınca benim sahnem bitti ve perdesi kapandı. Kendi senaryosundaki fahişe rolüne dönen bir filozof olarak yaşamaya devam etti.
    Bir gün Müzeyyen, yeterince cesur olduğum bir gün seni ve aklındaki felsefi yaşamı kurtaracağım ve içimdeki savaşta kendime karşı zaferimi ilan edeceğim. Söz!

Şaban sarı

13temmuz-15aralık


12 Kasım 2015 Perşembe

MUM HATIRASI

MUM HATIRASI
                Mum bitti ama hayat asla.
Gece gözaltına aldı ellerimi, ellerim.
Ellerim kan, ellerim hayal rengi cinayet.
                Beni bırak, ateşle oynamalıyım.

                Mum söndü ışığın cesedi karartıldı
Karanlık kabusun esiri, adın içimde bir ihanet
Düşünecek ne çok acı var
Daha bu yaşında çocuk!
                Beni öldür, yangılarda yıkamalıyım aklımı.


                Mum eridi, saçlarımın diplerinde keder
Ağır bir koku bu; ruh çürümesi
Sıkılmanın da bir bedeli var, unutma bunu
Kafam un ufak benim!
Yarın çok erken, hatta yarın çok erken olabilir
Gelecek uzun sürecek, be careful!
                Beni yak, dipsiz kuyularda dinleneceğim.

Mum…..              gibi
                               Eridim.
                Yaşım ölüm
                Beni unut, daha yazılmaz bu kitap!

Mum da intihar etti
Ve
Bittik düş hücrelerimize kadar!

Şaban Sarı , Kasım15

28 Ekim 2015 Çarşamba

Planım Var!

Planım Var!
8.madde

Duvarları öldürelim, yıkılsın temelleri ideolojilerin.
Anlatacak hayatlar var daha
Ölmesin kimse,isteyerek ya da istemeyerek.

Bira şişesi yakar gecenin karasını
Gözyaşı dağlardan akar,
Aç susuz bir kuzu yukarıda bir yerlerde
Sevgilisinden bir mektup bekler.

Soğuk kesmiş umudun iplerini, titrek ellerinde cinayet silahı
Köprüler yıkıldı, sözler silik
Aklım dağınık, canım sıkılıyor.
Adın ne senin şimdi? Yaşamak mı ölmek misin?

İki satır arasında, bir parmağın ucunda
Namlular öpüşüyor,  dudaklardan daha çok
Tat daha farklı, öksüz bir dövüş tadı.
Kaç.

Duvarları öldürelim bir tek,
İnsanlara sarıl yeter.

Şaban Sarı #Ekim'15


3 Mayıs 2015 Pazar

Dünyadan Bildiriyorum

Sana yalvarıyorum okuma bu mektubu.
vebalı bir Ankara gazetesinden çıkardım bu cinayeti
kapalı kapılar ardında açık seçil istismar videoları
yaşam salatasına kan dökmek istiyor başkaları
Sana yalvarıyorum gelmeyelim oyuna

Sana inanıyorum terk et bu galaksiyi
yıldızlararası bir yerlerde, başıboş bir kuyruklu yıldızda yaşamaya başla
Dünya bu kadar işte
gizli saklı, isimsiz frekanslarda buluşur, kafamıza sıkarız
burada işler bok gibi
pornografik intihar senaryoları çekiliyor gökyüzünde, kaç!
Sana inanıyorum kurtaracaksın içimizdeki çocukları!

Sana söylüyorum sevgiilim, sen anla Allah'ım
çivisi çıktı artık bu ilişkilerin.
yüzüzstü yatırılmış emeğe tekme atıyor köpekler, günah!
çiçekler nükleer atık salgılıyor
aşk şehri ölüme sürüklüyor, imdat!
bir sevişme sahnesinde konser veriliyor abuk sabuk şarkılar
yazık be Allah'ım!
böyle hayal etmezdim.
Sana söylüyorum sevgilim, sen anla Allah'ım. Amin.

Sana emanet bu satır aralarındaki saklı gerçekler
ilk masumiyeti sana, ilk aşkı sana armağan ediyorum Canım!
devrim kaynama noktasına ulaştı, patlar bu silah 
yalvarırım darağacından bir elma getir de yiyelim.
bu nevrotik, gotik ve barok tarzda bir hayat hikayesi
ağızımda otomatik küfürler. özür dilerim.
Sana emanet bu gerçek, aşkıma iyi bak sevgilim

Sana yalvarıyorum yırt at bu sayfayı
hatırlamak istemiyorum geleceği

Sana yalvarıyorum.

Şaban Sarı


29 Nisan 2015 Çarşamba

AŞIRI SIRADAN BİR GİDİŞ HİKAYESİ

AŞIRI SIRADAN BİR GİDİŞ HİKÂYESİ
Gitmek için neden gerekmiyor. İnsan zamanı geldiğinde hatıraları, verilmiş sözleri, sevişmeleri ve hatta en sevdiği sutyeni ardında bırakıp gidebiliyor. Üstelik hiç bir şey açıklamaya ihtiyaç duymadan. Bunu sanki bakkala gitmek gibi kolaylıkla ve normallikle de yapabiliyor. İnanamıyorsun. Haklısın. Bunları bir romanda okumuş olsam inanmakta güçlük çekerdim, fakat yaşadım. Yaşadığım için daha kolay inanıyorum. Hepimiz yaşadığımız yalanlara daha kolay inanıyoruz zaten... 
Sizlere aşırı sıradan bir gidiş hikâyesi anlatacağım ve bunu yaşadığım için anlatıyorum.
Elisya için yağmurlu ve bir hayli romantik bir sonbahar günü gitti demek isterdim. Hayır, bu kadar klişe ve bayağı bir gidiş değildi bu. Gidişinde herhangi bir alengirli lafla tarif edilecek bir durum yoktu. Tekele sigaraya almaya gitmek kadar doğal bir gidişti bu.
Günü kucağımda karşılamış, uykusuz bir geceyi daha atlatmıştık. Bir çiftten hayal edilebilecek tüm güzellikler mevcuttu. "Acıktım" demiştim. Hatunca gülümsemişti. Dudaklarımı evladını gurbete yollayan anne hüznüyle öpüp odadan çıkıp mutfağa doğru yürümeye başlamıştı. Ben çıplak bacaklarını izleyerek " Ne güzel kadın" diye düşünmüştüm. Aklımdan ahlaksız bir kaç düşünce daha geçmiş olabilir... 
Giyinip mutfağa girdiğimde, kızarmış patates kokusu eşliğinde onun güzel beline sarılarak, sesini hissettim. Bu kez evladını pencerede karşılayan anne heyecanıyla onu öptüm ve kalçalarına parmak izlerimi bıraktım. "Hadi otur " dedi bana. Her zamanki haliyle dedi bunu. Sabah ciddiyeti ve uykusuzluk asabiyeti içerisinde... Çayı ince belli bardağıma doldurdu, kendi kahve içiyordu. Kucağıma oturdu. O şekilde sessiz bir kahvaltı ettik. Patatese batan çatal, çayı yudumlayan dudakların sesi ortamdaki sükûneti bozan unsurlardı. Kahvaltı bitince, paketinden bir dal sigara aldı. Saçlarımız tutuşmasın diye karşıma oturdu. İnce parmaklarında ucuz Amerikan sigarası daha bir asil duruyordu. İnce ve dolgun dudaklarına oturan sigarayı yakıp içine çekti. Dumanı güzelliğini gölgeledi, gölgenin ardından doğruca bana bakıyordu. Bir yabancının yatağında uyanmış, sex sonrası pişmanlığı gibi bakışlarla. Oysa neredeyse 3 haftadır birlikteydik. Bizim gibi insanlar için bir ömür demek... Onu seviyor muydum ya da o beni seviyor muydu hiç bunu düşünmedim. Birbimize iyi geliyorduk, o kadar. Derin şeylerden konuşup, yeni çıkan filmler izleyip, sarhoş olup sevişiyorduk. Aşk dışında her şeyden bahsediyor ama bilerek o konuyu konuşmamakta direniyorduk. Kahvaltı masası yine aşk sessizliğine bürünmüş, yabancı bakışlarla bana bakan Elisya'ya ben de boş gözlerle bakıyordum. Sigarasının sonuna gelmişti, bir nefes daha alıp kırmızı ruja bulanmış izmariti küllükte söndürdü. "Ellerine sağlık" dedim ortamdaki bu dumanlı ve sinir bozucu yabancılığı dağıtmak adına. Gülümsedi. Bu gülümseme bir anlama geliyor olmalıydı ama uykusuzluktan ve yorgunluktan bir anlam veremedim. O da anlam veremediğimi anlamış gibi kalktı, bir çay daha koydu bana ve odaya gitti. Ben bir süre masaya paralel baktıktan sonra çayımı bitirdim. Sandalyeye yapışmış gibiydim. Kafamın içinde akustik sikişler eşliğinde bulanık düşünceler senfonisi. Elisya aklımdan çıkmış ve sanki aklımın kapısını açık unutmuş gibi bir anda üşüyen aklım.... Bir süre daha masayla paralel bakıştıktan sonra ( 20 dakika geçmişti) Elisya yanıma geldi. Uzaktan görüldüğünde dahi dikkati çekebilecek kadar güzel ve alımlı haline biraz daha güç katmak için bordo bir kazak ve siyah dar bir pantolon giymişti. Antik çağlardan kalmış iki sütun gibi düz ve gururlu bacakları iyice ortaya çıkmıştı. Beline sarıldım, öptüm. "Nereye " dedim. "Hiç " dedi. " Orayı bilmiyorum yeni bir mekan mı nerede?" diye saçma sapan bir espri yaptım. Gülmedi. Tepki de vermedi. " Bakkala gidip sigara alacağım, belki biraz da hava alırım" dedi. "Tamam" dedim. Basit düşünüp basit yaşayan erkeklerdendim. Fazla soru sormaz sorgulamazdım ve Elisya'nın daima bir şekilde bu kapıdan gireceğini düşünürdüm hep. "Hemen gelirim" dedi bir kez daha çay koyarken. " Cips ve kola da alır mısın film izleriz" dedim. Kapının kapanışının " Tamam" dediğine yemin edebilirim.
Masanın üzerinde benim boş çay bardağım, Elisya'in kahve bardağı ve kahvaltı kalıntıları. Elisya çıktığından beri ortamda değişen tek şey küllükteki izmarit sayısı. 8 izmarit daha eklenmişti Elisya'in kırmızı ruj izli izmaritinin yanına. Güzel bir kızın etrafını saran çirkin erkekler gibiydiler...  8 sigara içimlik saat süresi bir hayli uzundu ve hatırladığım kadarıyla bakkal yarım sigara içimlik mesafedeydi. Hava almak için de o kadar iyi bir hava yoktu gökyüzünün görüş açımda olan kısmından gördüğüm kadarıyla. Telefonumu almak için odaya gittim, yolda Elisya'i aradım. Aradığım kişiye şuan ulaşılamıyordu. Çekmiyor olabilirdi. Bense sıkılmıştım. Salona geçip izlediğim bir dizinin yeni bölümüne başladım. Bittiğinde yine aradım O'nu. Hala aynı dijital ses ona ulaşamayacağımı söylüyordu. Akşam yemeği söyledim, onlara ulaşabilmiştim. Yemeğin üzerine iki bira içimi daha süre geçti hala kapıda bir anahtar sesi, telefonumda bir mesaj ışığı yoktu. Bende biraz meraklanma karıncalanması olmuş gibiydi. Aradım yine. Aradığım numara hala uzaktaydı. Bu kez rahat bir erkek yerine, içimdeki sahiplenen erkek oturduğu apartmanın kapıcısını aradı. Ucuz yollu mal bulma konusunda uzman olduğunu keşfettiğimden beri araşırdık. Bizim torbacı kapıcı " Taksiye bindi gitti, elinde iki bavulla" dedi. " Nereye?" dedim. " Ne biliyim" dedi. Ben de bilmiyorum! " Süt lazım mı " dedi gülerek. " Yok, eyvallah" dedim. Durumu kavramak için ayık kalmalıydım. 3 haftadır birlikte olduğum bir kadın bakkala diye çıkıp evine gitmiş ve bavullarını toplayıp taksiye binerek gitmişti. Benim olmadığım ve neresi olduğunu bilmediğim bir yere. Anlamıştım. Tarihin en sakin terk edilişinde, arkada kalan olmuştum. Odaya tekrar gittim. Telefonu alırken dikkat etmemiştim ama tüm eşyalarını güzelce katlamış yatağa bırakmıştı. Beni hatırla der gibi bırakmıştı. Üzerinde kokusun, saç tellerini bırakarak. Yatağa, hatıralarının yanına yattım. Canım mı yanıyordu yoksa sarhoş muydum anlamadım. Kokusunu duyuyordum, çok uzağa gitmiş olamazdı. Belki bana taşınıyordu, beklemekte fayda vardı.
Kapının kapanışının ardından bir hafta geçti. Aradığım numara artık kullanılmamaktaydı uzun zamandır. Artık çok sık aramıyordum ulaşamadığım numarayı, bende basit bir adam gibi kendime yeni birini bulmuştum. Mutfaktaydık yine. Bir haftadır evin en az bok götüren yerinde ağırlıyordum misafirimi. Az önce içeri girdik, mutfakta tanışıp, odada sevişecektik. Salondaki bilumum kebapçı paketi dağını aşarak odamıza gitmemiz gerektiğinin bilincinde olacak kadar ayıktım hala.  Sigara yakmaya yeltendi. Bende küllüğü önümüze çekerken fark ettim. 8 adam hala kadının etrafını sarmış onu izliyorlardı... Rujlu kadın izmarit hala bırakıldığı gibi gururla duruyordu. " Ne oldu " dedi yabancı gözlerimi biraz nemli görünce.
“Bir kadın” dedim. “bir adamı, hatıralarını, verilmiş sözleri, sevişmeleri hatta en sevdiği sutyeni arkada bırakarak terk edebiliyor bu amına kodumun dünyasında. Hem de hiç bir neden yokken...”
" Heyecanı bitmiştir" dedi yabancı.
Bir sigara yaktım. 
     Şaban Sarı


5 Nisan 2015 Pazar

çizgisiz defterde altı çizili satırlar

                                                                                    *
rüyalarda yer çekimi yoktur!

                                                                                    *

diyecek bir şeyin yok, ağız egzersizleri peşindesin.

                                                                                    *

öylesine yaşayanların nefreti, tüm güzellikleri yakıp yıkıyor.

                                                                                    *

Yetişecek bir ölüm vardı.

                                                                                    *

Anlamsızlaştık. Anlamlı her şey gibi... Huzursuzluğumuzun soylu deliliği de anlamını yitirdi . Sözgelimi gitmeyi ve görmeyi çok istediğimiz bir doğu avrupa ülkesine olan hayranlığımızın ifade ettiği anlamın, orada bir şekilde bulunduğumuz anda yitip gitmesi... Siz hayal kırıklığı dersiniz, ben anlamsızlaşma. Anlamsızlaştık.

                                                                                    *

Aynanın içindeki hayatım,
birden intihar ediyor.
                                                                                    *


Bir sokağın ağladığına şahit oluyorum
kesik bir gözyaşı, kanıyor.
canı yanıyor.
ölmesin şehir
kaldırıma yatıyorum!

                                                                                    *

oğulsuz bir babanın doğurduğu uğursuz gece.
Kaçamıyoruz Tanrının aklındaki hatıralardan.

                                                                                    *

varoluş daima eş bir pencere yalnızlığa

                                                                                    *

Deliliğin yüce hayaleti. Sana sesleniyorum Atlas!
- Çektiğin onca zorluğa rağmen kurduğun o küçücük hayallerin kırılıyor oluşu beni çileden çıkartıyor.
Dikkatsizliğimin ve sakarlığımın sebep olduğu yıkılışlar.
Ölümle burun buruna geliyorum.

                                                                                    *

çıkışları tutulmuş bir gökyüzünün içinde sıkışan kanatlar.
gecenin tekinsiz suratındaki karanlık gülümseme
ruhumun bağımsızlığına savrulan o tehditler.
Boğuluyorum, gökkuşağı getirin!

                                                                                    *

ele veriyorum kendi gölgemde gizlenen sadakatsizliği
Kader kader üstüne gelmiş, akmıyor zaman.
                                                                                   
                                                                                    *

ah efendim sizi ölüm korkutmaz,
fakat aklınıza batan bu parçalar sizi öldürebilir...

                                                                                    *

yine kendi kendine dinleyeceksin her şeyi tıpkı ruhunun sesini yalnızca senin dinliyor oluşun gibi.

                                                                                    *

en çok sevdiğim yine en çok kırdığım. Adaletsizlik bu.

                                                                                    *

cetvelle çizilmiş şekilsiz bir gökyüzü
kırık dökük hayallerimin altında ezilmiş yanık tenli bir kadın
sağır bir besteciye ait olmalı bu öykü.
                                                                                    *

çocuklar gibi bisiklet süren bir ilah buldum
tuttum onu tüm kadınlardan kıskandım
koynumdaki zamanın sesini sakladım

ölüler gibi yaşayan bir ilah gördüm
kötüydü. "Yalnızca iyilerin ilahları olmuyor" dedi.
haklıydı.Herkes gibi.

bir kadının vücuduna sığınmış çocuk bir ilah da vardı
yaşı oldukça bebek, anlamadığım bir dilde benimle konuştu
anlamadığım bir dilde cevap verdim.
"ne kadar çok şeyi anlamıyor büyükler" dedi.

                                                                                    *

çocukluğumun süt liman havalarında saklanıyorum

                                                                                    *

anlat desen, dinlemezsin.  ""SEN ANLAT" demesini beklersin, otobüs bekleyen bir durak gibi.

                                                                                    *

yarım kalacak bir hesap
asla ödemeyecek bir borç
ey ölüm hep birilerinin yarım kalan yanı...


Şaban Sarı


4 Nisan 2015 Cumartesi

Nar Hafızası

bir nar saklı aklımda
paramparça parçalandı aynada.
düş beyazlarım kan kırmızı
çıkmaz aklımdan dün hatırası.

Şaban Sarı  -günlük notları


29 Mart 2015 Pazar

Bir Fincan Çayla Kaçalım Sevgilim

-GGY

İsimsiz bir ülkeye kaçalım sevgilim.
tapınaklarda keşişlik, nehirlerinde balıkçılık yaparak yaşayalım.
Kimliklerimizi yakalım; adımızı, doğduğumuz yeri ve tarihini unutalım
unutalım her ne kaldıysa sırtımızda geçmişten.
Sırt çantalarımızda yaşayalım sevgilim.
kimsiniz diyenlere 
beni sen, seni ben diye tanıtırız
hem hiç isimsiz bir ülke dili de konuşamayız sevgilim.
Susarak öpüşelim.


Yağmurdan kaçalım sevgilim.
Islandığı yeter yanaklarımızın, saç uçlarından kurumuş papatyalar topladığım yeter!
Bereketli vücutların zirvesinde kamp kurup, ateş yakalım 
ısınalım sevgilim. Sarılarak ısınalım.
Kem gözlerin, uğursuz kedilerin lanetinden kaçalım sevgilim, olmaz mı?
İki kişinin kaçmasında bir günah yoktur hem. Kaçalım?
Mesela ben kendimden kaçayım, sen kendinden kaç.
Göğüslerinin arasında sen beni sakla, 
ben seni alt dudağımın tadında saklayayım
bıraksınlar rahat edelim!


Küfürden kaçalım sevgilim, kötülükten, fenalıktan ve azgınlıktan kaçalım.
Yalnızlıktan uzak, şehvete yakın yerlere kaçalım.
Bizim olmayan yollardan gidelim, adımızı kazıyalım taşlara.
Pusulam senin sırtında bir dövme olsun, benim bileğimde ismin yazılı olsun...
Yaşlı bir denizci heyecanıyla seni keşfedeyim ilk kez keşfeder gibi bir ülkeyi
sıcaklığında terleyip, nefesinde dinleneyim
gemileri yakayım senin sesin için. 
Kaçalım sevgilim....

Kaçalım ve sevişelim sevgilim.
Ben sana sonra bir fincan çay koyarım 
konuşuruz sevgilim.

Gözlerimin renginde seni görebileceğim bir yere gidelim,
kaçalım sevgilim, olur mu?

Şaban Sarı


28 Mart 2015 Cumartesi

Mutluluğun Gariban Saatleri

     Kırmızı bir kupadan tüten o sıcak kahve kokusu geceyi dolduruyorken, korkak bir kedi gibi camın kenarına oturdum. Avuçlarıma kahvenin sıcaklığı, yüzüme gecenin esmer serinliği... Aynı anda iki farklı ruhu, duyguyu canlandırmanın o garip saatindeyim. Garip saatlerden kastım gecenin 02:42 'si mesela. Kahveden bir yudum alıyorum ve biraz sessizliğin nağmelerini dinliyorum...
     Böyle sessizlik anlarında, kahvenin ve gecenin açtığı düşünce kapılarından içeriye olur olmadık konular giriverir. Siz garip saatlerin insanları, iyi bilirsiniz bu durumu ve anlarsınız beni, değil mi? Benim o küçücük dünyamın kapısını aralayan bir "M" harfi peşinde "utluluk "harflerini de getirerek, aklımın baş köşesine mutluluk olarak kuruluverdi. İyi mi? Gecenin damarlarımda Nazan Öncel olarak aktığı saatlerde mutluluk düşüncesine kalktım demli bir çay koydum. ( Sordum kahve sevmediğini söyledi. "Mutsuz insanlar kahve içerler, mutluluk çayla iyi gider ; tıpkı çaya batırılan bisküvi gibi " dedi. )
     Çay yüreğimin ateşinde demlenirken, mevsim bahara göçerken ardında son yağmur kırıntılarını bırakıyordu, seneye beni bıraktığı yerde bulabilme umuduyla. Yağmur kadar demokrat olamadık asla. Zaman ve mekan; koltuk ve para dinlemeden herkes için aynı dilde yağdı, herkes ıslandı mı donuna kadar aynı dilde ıslandı. Karanlığın içinde gözleri parlayan kedileri de ıslattı, aydınlığın içinde ciğeri kararmış adam müsvettelerini de ıslattı. Yağmurun sesi, kırık bir kaç notanın arkasında kulağımdan içeri damsız girdi; yağmurun kokusu düşüncelerimin aklını başından aldı.... Mutluluğun yağmur sonrası hafiflemişlik hissiyle bir alakası olabileceğini düşündüm. Düşünürken bu fikrimi onaylarcasına bir yudum kahve içtim.
     Utangaç bir güneş gün boyu kendini bulutların arkasına sakladı ve gün biterken kızıl yüzünü annesinin paçasının arkasından bakan bir çocuk gibi gösterip yerini ikizi geceye bıraktığında hava ruhumu titretecek kadardı. Güneşin samimiyetine aldanıp bir tshirtle günü kurtarmıştık ama garip saatlere koşarken gitgide soğuyan hava, yağmurun ayak seslerini de beraberinde getiriyormuş. Size şimdi çayını yudumlayan mutluluğun tarifini yapacağım, müsadenizle:
     Yağmur öncesi iyice ağırlaşan hava ve huzursuzluğun sınırında, intiharın eşiğinde bir deliliğin; bir anda yerini huzurlu ve derin bir ferahlığın aldığı o yağmur ıslaklığı anıdır işte mutluluk. Mutluluk, bahar yağmurları altında ıslanırken, ağlarken üstelik; arkadan bir elin bir battaniye ve bir kupa kahveyle gelmesidir. Mutluluk, mutsuzluğun sınırında bacaklarını suya sallayarak kahkaha atmaktan başka bir şey değil. Demli bir çay içmek ya da cam kenarında sek bir kahve benim gibi. Yağmurun marifeti ya da her hangi bir totemin; mutluluk içimizde samimiyete sarılı keşfedilmedikten sonra ne fark eder ki!
    Garip saatler geri de kaldı. Kahve bitti. Nazan öncel uyudu. Yağmur dindi, bir fransız seviştikten sonra sızdı. Gideyim mutluluğu uğurlayıp kupayı ve çay bardağını yıkayayım. Bulaşık yıkamak gayet mutlu bir eylemdir bu garip saatlerde!

ŞABAN SARI

22 Mart 2015 Pazar

Ruh Parçaları 151: Atlas'ın Evinde Laf Kalabalığı

     1+1 deliliğimin kapısından içeriye adım atınca karşına çıkan ilk soldan kalbimin gürültüsüne ulaşacaksınız, sakın şaşırmayın Efendim. Evin yolunu unuttunuz, ben zaten yoktum; siz yine de Anadolu'dan esen samimi rüzgarlarla kapıma geliniz. Tanrı bir vahiy gibi sizi bana yollasın, siz bir misafir gibi gelirsiniz zaten. Buralar size yabancı gelebilir, delilik paylaşılınca her şey yenilendi benim için çünkü... Sizden taşınmıştım, hatırlarsınız; sizin içiniz aşk ve delilik için fazla dardı zaten...
     Ah, kaybolmadan gelmişsiniz. Ben de size bir masa hediye etmek üzereydim. Buyurun efendim...

      - Siz yokken, Hacca gitmiştiniz çünkü, ben çok sıkıldım efendim. Sıkılmak, güzel bir pazar aktivitesi olabilir ama pazartesi gelince takım elbiseler içerisinde sıkılmak mesaide kafamdaki bitleri ayıklamama bile yardımcı olmuyor. İçime sıkıntı doluyor efendim, bir balon gibi şişiyorum çocukların elinde... Balonlar neden mutlular? Biraz daha büyüse öleceğini bile bile neden mutlu olur balon... Kafamda darmadağın konuşmalar, o kadar çok mevzu var ki içimde efendim....
     - Haddinden uzun sustuk ama sana bir sır vereceğim, tüm bu dağınıklılığa aşk iyi geliyor Atlas... Aşk, gökkuşağı Atlas. Onu görünce konuşamaz insan, omzunu sıcak bir yere verip, saatlerce onu izler de sıkılmazsın. Bazen acıkırsın, hemen yanında duran kıpkırmızı dudaklardan bir duble alırsın, doyarsın Atlas. Aşk sıkmaz, aşk karın doyurur da.
     - Her şeyin bir karşılığı olmalı. Çeklerin, günahların, belki sevapların yahut zulümlerin... Her şeyin bir karşılığı olmalı evet, ama en çok aşka karşılık verilmeli efendim. Ve buzlu rakı bardağının buğulu penceresinden bakınca bile görülüyor ki, siz en büyük ikramiyeyi kazanmış ve karşılığında bu tek kişilik delilikten kaçarak çift kişilik bir geleceği etmişsiniz. Mutluluk nasıl bir şey efendim?
     - Süreya'nın bir yalnızlık tanımı vardır, bilir misin?
     - Hayır efendim, ne haddime.
     - Yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şey, der Süreya.... Ankara-İstanbul seyahatlerinde gördüğüm o çırılçıplak ama insana haz vermeyen arsalar aklıma geliyor, ve sonra yalnız kaldığım o kabus saatleri.  İşte Atlas tüm bunların kalabalığında yalnızlık ne kötü, ne şeytani bir şey anlamışsındır. Yalnızlık radyasyon gibidir ve çoraktır toprakları, yeşile yer yoktur; umuda da yer yoktur yalnızlıkta.... Mutluluk nasıl bir şey diye sordun ya ; işte mutluluk bu çorak ve sapsarı ovalara,  küçük anılar dikerek bir hatıra ormanı oluşturmak ve o hatıralarda başrolü paylaştığınla birlikte o ağaçların gölgesinde sevişmektir Atlas...
    - Mutluluk bir ağacın gölgesinde sevişmek gibi bir şey, yani.
    - Sen öyle diyorsan Atlas!
    - Ben artık izin alayım Atlas.
   - Siz ne zamandır izin alır oldunuz efendimiz. başına buyruk keyfiyetçiliğiniz emekli mi oldular.
   - Herkes bir gün izin alır Atlas. Herkes.
   - Ben sizi geçireyim efendim, dağınıklığıma biraz kalabalık katmak için yine geliniz, yolu öğrendiniz artık.
   - Eyvallah.

Şaban Sarı 22.03.15


25 Şubat 2015 Çarşamba

KANAVİÇE

KANAVİÇE

Kırmızı kalemin özenli satırlarında anlattım seni,
Önemsiz bir kurşun kalemin karaladığı herhangi bir kelime olamazdın.
El emeği göz nuru bir dikiş tutturdum
Fikrime ince ince işledim seni Kanaviçe!

Çocukluğumun toprak sahalarında terli terli koştuğum
Gibi
Senin peşinde koştum; hırsla, heyecanla…
Atılan her golün sevincini seninle paylaştım,
Tıpkı hayatımı, hikayemi seninle paylaşır gibi.

Salçalı ekmeğin tadı damağımdan silindi
Seni ilk öptüğüm akşamüzerinde…

Akşam ezanı okunmuştu
Ben seni severken.
Babam kızsa nolurdu!

Ben seni bile geç bulmuşken, eve geç kalsam nolurdu Kanaviçe!


 Şaban Sarı 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...