Pages

Ads 468x60px

12 Aralık 2015 Cumartesi

HAYAT FİLOZOFU

HAYAT FİLOZOFU

            Yokuş aşağı, yağmur sularının peşi sıra iniyorum. Saçlarım bir kedi kıvamında ıslak. Yolumu gösteren su sesi beni alıp götürüyor. Bu hüzünlü romantizm solda kendini şehrin karanlık dehlizlerine bırakırken, ben ondan ayrılarak sola doğru kıvrılıyorum. Kendimi başka bir sokağın koynundan karanlığa akarken buluyorum. Bu sokaklar bana aşina, tadı damağımda kaldırımların havası. Sokak ünlü. Ününü başka şehirlerden duyan geldiği için de buraya ait olmayan hayatlar doluyor bu soğuk ve köhne sokağa. Evlerinden sakladıkları ilk parayı ceplerine koyup ardımda kalan bu kaldırımlara akan bu adamcıklar için birkaç saatlik hareket kendilerinden bile kıymetli. Her şeylerini bir kenara bırakarak kahvehane köşelerinde anlatılan hikâyeleri yaşamak için koşarlar buraya. Kendinden vazgeçmenin anavatanında, başkent olarak görüyorum sokağın kendisini. Yırtılmış ceketlerin cebinden sarkan hayallerin kokusu karaktersizlik gibi geliyor… Bilinmeyenin heyecanıyla, palavraların peşinde dövüşecek bir yatak aramak, kendini uzaklarda kaybetmenin dayanılmaz ihaneti… Heybelerinde dolu yalanlarla gerisin geri sığ sulara dönerkenki o yalnız kendini kandıran oyunlar… Bunlarla ünlü oldu sokak, fahişeleriyle değil…
    Bırakalım bu ağzımda sakız gibi çiğnediğim toplum eleştirimi de yolumuza bakalım değil mi? Bireysel kurtuluştur bir toplumu kurtaracak olan, önce ben! Lütfen!
    Aklımdan dökülen bu hayal ötesi cümleler beni duvar suratlı bir kapının önüne getirdi. Dikiliyorum ellerim ceplerimde. Sanki içerideki dünyayı bilmiyormuşum gibi. Öbür tarafa geçecek de paralel ömrümün özetini izleyecek ciddiyetiyle dikiliyorum. Dikilmenin dayanılmaz ağrısı saç uçlarımdan sızıyor.
    Benden başka kaç deli bir kapının karşısında hayatı sorgulama ahmaklığına düşer ki? Kendi içimdeki savaşı bir kapının şahitliğinde kazanabileceğimi mi düşünüyorum yoksa? Bu kapının ardı karanlık, biliyorum.  Biliyorum ki kapının ardında satır başı yaparak hayata yeni bir paragraf yazılacak içimde. Olasıdır bir ömrün bitip, kelebek ömrüne başlamam. Hayat, hayalle reel arasında bir yer ve bu kapı kavşak. Hayatın önümdeki yolu yüzüme tokat gibi vurduğu seçimler ansiklopedisinden ince bir cümle bu kapı. Kapıya methiyeler. Son. Kapa parantez.
    Kendi kendime yaşamayı bırakıp, sayısız kez geldiğim bu evin içine kendimi atıyorum.
    Solmuş bir çiçek gibi sallanan lambanın kendine hayrı yok. Yılan gibi kıvrılan koridordan salona geçince, loş bir sis perdesinin içinden ilerlemiş oluyor ve  sanki bir rüyadaymış hissi içerisinde kendinden geçiveriyorsun. Bulutun sonunda beni bekleyen manzaraya aşinayım. O toy heyecanım yok artık. Tecrübe tüm heyecanların katili olabilir gelecekte.
 Salondaki sekiz yarı çıplak kadın çeşitli noktalarda konuşlanmışlar. Ten yaşı otuzlarında gözüken yirmilerin ortasındaki kadınların bazılarının kucağında yaşam defterini ortalamış kart zamparalar, bazılarında benden genç depremde titreyen bir ampul gibi duran delikanlılar oturmuşlar, ısınma turlarını atıyorlar. Pazarlık yapılmaz. Net bir ücret peşin olarak ödenir. Ben artık ç.ö.k ( çok önemli kişi) müşteri olduğumdan önceden aradığımda odam hazırlanırdı. Benim sıfatıma aşina oldukları için selam verme zorunluluğum olduğu birkaç kadına selam verip, Hümeyra’nın bahşişini ve hizmet bedelini ödeyip, damat odası olarak adlandırıldığını yeni öğrendiğim 8. Odaya doğru yürüyorum. Bir iki odanın kapısının kulağıma fısıldadığı iniltilerden geçip, odaya giriyorum.
    Loşluk evin her yerini istila etmiş olmalı ki, odaya da aynı atmosfer hâkim. Sokağın ışıklarının meraklı gözleri bile odayı aydınlatmaya yetmiyor. Pencerenin kenarındaki yatağa yarı çıplak oturmuş Müzeyyen. Müzeyyen’e doğru yürürken, ben size Müzeyyen’in geçmişini anlatayım.
    Onu ilk gördüğümde, toprağını yadırgamış bir fidan gibi solgun teni, sert bir rüzgâra karşı titreyen gövdesi vardı Müzeyyen’in. Büyük şehir, büyük umutlar demekti, böyle duymuştu köyde. Duyduğun, yaşayacağının kanıtı değildir Müzeyyen. Ah müzeyyen. Büyük hayallerle geldin biliyorum bu çukura ve daha ilk rauntta nakavt oldun.  “Araftayım” diyor bana bazen Müzeyyen. Bu çukur onun kararlarının orta noktasıymış. Çünkü cehennemin en sıcak yerinden, baba ocağından gelip, cennet diye sığınmış buraya. Burası da cennet tasvirlerine uymayınca, Araf demiş buraya. Ailenin yanından her yer iyidir ona göre çünkü.
    Çok konuşmaz Müzeyyen. Başlarda herkes az konuşur zaten. Kafesinden yeni kaçan bir kuş misali, sarsılarak uçuyordu bu şehrin semalarında, tanımaya çalışıyordu yabancısı olduğu gökyüzünü. Onun sessiz lisanını anlıyordum ama konuşamıyordum.  Ama ellerim ona uzanıp, “o olsun bu sefer “ dediğinde bir şeylerin değişeceğinden de emin gibiydim. Sevişeceğim sıradan bir fahişe olmadığını o an da sonra da anlamıştım. 
    Tazeliğine ödediğim normalden fazla ücretten daha fazla değeri vardı. Burada insanlık paraya endeksli olduğundan böyle konuşuyorum. Çıplak teni, yapraklarını dökmüş bir ağaç gibi kış soğuğuna direniyorken, ruhu titriyordu. Uzun siyah saçlarının kapattığı göğüsleri, dimdik bir asker gibi dikiliyor ve korkuyla çarpan kalbinin sesini kamufle etmeye çalışıyordu. Küçük yüzünde daha bir irileşen gözlerinde korkuyla karışık umut tanelerini görüyordum. Belki de bu saatler onun kurtuluşuna götürecekti, öyle düşünüyordu. Hiç tanımadığın bir yerde Müzeyyen, hiç tanımadığın bir adamla, bilmediğin sularda yüzecek olmanın kokusuydu teninden aldığım koku.
    Teninden başlayarak ruhuna doğru yol alırken, ürkekliğine dokunmadım. Ellerimi uzatırken yanağına,  sanki öldürmüşçesine korkarak elleriyle koruyuşu kendini, neler yaşadığının kanıtı gibiydi. Anladım ki korku da sevgi gibi tecrübe gerektiriyordu. Ve müzeyyen korku konusunda ustalaşmış ama sevgi konusunda umutsuz bir fakirdi. Fakat bir ruh ne kadar ezilirse ezilsin, üzerinden alınan o kirli hatıraların ardında gerçek sevgiyi daima hisseder.  Ona sevgi tecrübemin verdiği yetkiye dayanarak hüzünlü bir hazla yaklaştım.
    Geneleve geliyor olmam, kadınları bilmediğim anlamına gelmiyor, demiştim bir keresinde Müzeyyen’e. Sadece gereksiz egolarla muhatap olacak gücü kendimde bulamıyorum, burası da egoların değil paranın geçtiği tek yer, diye savunmuştum kendimi. Kolu kanadı kırık bu kuşa önce korkulacak biri olmadığımı göstererek ve ürkekliğini güvene çevirerek yaklaşmış, ilk kez sevgiyi hisseden ruhu pençelerini geri çekerek beni kabul etmişti. Ve sanırım şimdiye kadarki en güzel birlikteliğimdi onunla ilk tanıştığım gün.
    Odasından çıkarken o tiz ama tınılı sesiyle “ teşekkürler “ demişti. Onun sesini ilk kez o zaman duymuş ve bir daha hiç unutmadığım bir şarkı olmuştu. O günden sonra o yaşamaya dair çok adım attı, emeklemekten koşmaya kadar geldi; o büyürken ben de kendi içimde çok değişiyordum. Farkındaydık… değişebilmek için sizin ayarlarınıza dokunabilen bir anahtar şarttı anlaşılan.
    Haftada bir geldiğim bu rüyaya, artık yalnızca Müzeyyen için gelmeye başladığımı kendime geç de olsa itiraf edebildiğimde rahatladım. Cumartesi günleri ben ona, o da bana hazırlanırdı. Ben ondan başkasına gitmez, o da o gün yalnızca beni beklerdi. Bazen ben gidemezdim o başkasına gitmek zorunda kalır, bazen de hatırı kırılmaz bir müşteriyle olurdu ben geldiğimde. Kıskanmazdım onu ama içimde tarifsiz bir karıncalanma olurdu.
    İş dünyası acımasız. En masum ruhları bile kendine benzeterek, içini boşaltabiliyor. İnsan da doğası gereği yaşama dürtüsüyle ortama uyum sağlıyor. Müzeyyen de her geçen gün daha bir uyumlu oluyordu bu bok çukuruna. Çorak arazide açan bir çiçekten, çöldeki öylesine bir kum tanesine dönüşüyordu. Göğüsleri daha olgun gösteren bluzlar giyiyor, değişik şekillerde çoraplar ve eteklerle tamamlıyordu görevini; acemice başlayıp gittikçe profesyonelleşen makyajlarıyla ve en önemlisi o suskun dilini unutup, bizim dilimizi akıcı bir şekilde konuşmaya başlamasıyla, diğer sesler ve görüntüler arasında öne çıkıyordu… Değişim, bizi yaşama bağlayan bir halat gibiydi.
    Artık yaşamayı kadınlardan değil bir kadından öğreniyorum. Dakikalarca hazineler aradığımız vücudumuzun haritalarında yoruldukça, aklımızın satır aralarındaki hikayelerle dolduruyorduk saatimizi. Bir dakikanın bile kıymetini anladığımız için, boşa harcamıyorduk zaman tanelerini. Senin cahil diyeceğin, pis diyeceğin, ******* kodumun orospusu diyeceğin bu kadından benim spinoza hüzünlü bir filozof bulacağımı kim bilebilirdi ki… Ruhumun işkence gören yanlarına iyi gelen sözleri, yaptığı tinsel ve tensel tedavilerle her sevişme sonrası yeniden doğarken ben, o da benimle birlikte dışarıya çıkarak şehrin güzelliklerini ve keşfedilmemiş yanlarını görüyordu. Aramızdaki uyum kim olduğumuzla ya da ne iş yaptığımızla ölçülecek basit bir denklem değildi. Aramızdaki uyum, benim zamanımın onun zamanına eş olması, ruhlarımızın aynı karanlık çağda saklı oluyor olmasından kaynaklanıyordu. Ben ruhunu şeytana satmış anarşist bir öğretmenken; o tenini yokluğa veren köylü bir melekti. İkimizin de yalnızlığın koynunda titreyerek uyuduğu bu cehennemin arka bahçesi olan şehir, yine bizi birbirimize muhtaç kılan bir mucizeydi.
    Bir sevişmenin arasında Müzeyyen terli yüzünü kaldırarak “ sen aşk değil, ruhunu emanet edeceğin bir kitap arıyorsun. “demişti. Nasıl diyen o baygın bakışlarıma “ aradığın bir kitap ya da kadın yok, yalnızca insanların ve hikayelerinin arasında olmak hoşuna gidiyor.” Diye cevap vererek tutkulu bir öpücükle tespitine nokta koymuştu. “ senin varoluş sancını dindirecek kadını tanrı henüz yaratamamış. Suskunluk odaya sis gibi çökünce ben, vermem gereken cevap buymuş gibi “ sen varsın ama “ dediğimde, “ ben senin tiyatronda yalnızca sana yolunu gösteren bir yönetmenim, sana fısıltılarla yol veriyorum ama seni fısıltılar değil, gerçek bir çığlık kurtarabilir” diyerek yeniden sevişmeye başlamıştı. Ben o sevişmeye doğal olarak aklımdaki fısıltıların gürültüsünden odaklanamadım ve hiç zevk almadım. Ama Müzeyyen’de az konuşup, çok düşünebileceğimi bildiği için yeniden sevişmeye başlamıştı benle… Beni benden daha iyi anlayan bir kadın, yok daha neler...
    Bazen bunun bilgelik mi ukalalık mı olduğunun ayrımına varamıyorum. Çünkü tüm bunları konuşan o yüce kadın bazense geldiği yerdeki kendi dünyasının küçük köylü kızı Müzeyyen oluveriyor. Hiç bozmadan onu dinliyorum çünkü ruhu bazen aslını özlüyor ve anlatma ihtiyacı hissediyor. Yalnızca anlatıyor… koyunlardan konuşuyor, pis kokularından, kardeşlerinden ve köydeki dedikodulardan konuşup, ağlardı. Annesine üzülür, babasına küfrederdi. Öfkelendiğinden ağlardı, hiç üzüntüden ağlayan birine benzemezdi. Ben de bilmediğim bir coğrafyanın öyküsünü usul usul dinlerdim, o susunca bana ıslak gözleriyle gülümserdi ve bende onu kollarımla sıkı sıkıya sarar, rahatlayana kadar bırakmazdım. İkimizde birbirimizin fırtınalardan kaçarak saklandıkları birer limanıydık…
    Ben bazen o günlerde tanıştığım bir kadını anlatırdım. Ne hissettiğini bilmezdim Müzeyyen’in. Ama kıskanmazdı onu bilirdim. Akıl verirdi bana. Beceremediğimde bir işi kızardı bir anne edasıyla. Bazen aramızdaki ilişki sex ve paraya odaklı değil de karşılıklı sohbete dayalı gibi düşünürdüm, sıradanlaşırdık, hoşuma giderdi.
    Müzeyyen’i tanıyan herkes çok sever. Saflığın işlenmesiyle ortaya çıkan zekası ve doğuştan gelen kadın yeteneklerinin gün yüzüne çıkmasıyla hem ben hem de pek çok çalıntı hayat yaşayan adamın gözdesi yapıyordu. Bazen sıramı beklerken odasından çıkan adamların hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş bir balon gibi uçarak kapıdan çıktıklarını görürdüm.  İçeri girdiğimde duştan yeni çıkmış pembe teniyle bana hazırlanıyor olurdu. Nasıl bir kadınsın ki yanından kimse yüzü asık ayrılmıyor, dediğimde, “ bazen sevişmek iyi gelir insana bazense yalnızca konuşmak” diye cevap verir beni sustururdu.  “Bir saat sevişmek için çok uzun genç adam, herkesin gücü buna yetmeyebiliyor ama bedenlerinden sonra anlatarak akıllarının da boşalmasını sağlıyorum ve inan bana kollarımda ağlayan bir erkek,  kasıklarıma boşalan bir erkekten daha mutlu oluyor… “ deyip, “ söyle bakalım senin neye ihtiyacın var” diye dalga geçiyordu benle. Aslında çoğunuzdan iki katı ücret talep etmeliyim hem ruhunuzu hem bedeninizi rahatlatıyorum, en kral psikiyatristten daha faydalıyım, oh ne ala memleket. Diyip, beni tahrik eder, “ o zaman ben de bir terapini alırım” diye konuya girerdim.
    Güzel hikayelerle öyle ya da böyle Müzeyyen’i bir yıla yakındır tanıyorum. Ben bunları anlatırken zaman akmaya devam ettiği için Müzeyyen çoktan soyunmuştu. Artık toplanma vakti gelmiş birer meyve gibi duran göğüslerinin tadına bakmaya başlamış, bal arısı gibi çiçeğin en güzel yerlerini emdikten sonra coğrafyasının keşfine çıkmaya başladım. Şimdiki zamana geldiğimde, kıvrılan tenlerimiz birbirine uymaya çalışan yapboz parçaları gibi. Nefeslerimizin birbirine karıştığı noktalarda iniltiler yol gösterirken bize, hazzın ışığında ulaşılmaz noktalara doğru yol alıyoruz. Kendini keşfetmeme izin veren Müzeyyen, kendimi kaybetmeyim diye kendini yormadan, benim yolu aramama izin vererek süreyi uzatıyor.
    Kendini tanıyan ve birbirini tamamlayan iki id’in harmoni dansıyla akan dakikalar biraz hızlanınca, ten- ses eğrisinin bükülmesinde etkili oluyor ve Nirvana! Bir saatin son on dakikasına girilirken ikimizde nefes nefese ve sırılsıklam uzanıyoruz. Müzeyyen’in teni tenimde tek vücut biraz soğumayı bekliyoruz. Müzeyyen’in yeni adet edindiği orgazm sigarası yanıyordu. “herkes yaktıramaz bana bu sigarayı” diyerek benim gururumu okşaması gerektiğini de öğrendiğini göstererek, çektiği nefesi ben rahatsız olmayım diye cama doğru üflüyor.
    “biliyor musun genç adam, yaşıyorsam bu boktan yerde senin varlığın sayesinde. Senin beni kucaklayıp, bir saat bile bulutların üzerinde, yepyeni bir yaşama taşıyor olman, bunun ihtimali bile ruhumu motive etmeye yetiyor. Hayatın karanlık tarafından, gri tarafına geldim. Ama sen aydınlık tarafsın ve sana dokunmak bana kendimi gerçek hissettiriyor.  Biliyorum kendi içinde verdiğin meydan muharebelerinde hep yenik bir komutan gibi görüyorsun kendini ama ruhun hala direniyor. Ruh varsa umut da var demektir be adam, delirme sakın; Diren!
    “Müzeyyen, ben artık göçebe bir bedenle yaşamak istemiyorum. Yoruldum ve korkuyorum. Evet gencim, evet hayatın içinden geçtim ve evet her boku biliyorum ama yetmiyor. Çok yaşayan değil, çok susan mutlu oluyor. Ben mutlu değilim Müzeyyen.  Artık kendime ait bir yaşam istiyorum, kendime ait bir kadına ait olarak onun içinde erimek, yok olmak; o olmak istiyorum.  Bir kadınının içinde erimiş adam, tamdır. İki kişilik bir bütünle tam olabilecek bir adam olarak olmayan bir parçayla tek ya da bir parça olmuyorum; yarım oluyorum. Yarımlık beni huzurlu kılmıyor Müzeyyen.  Yarım oluşum yaşam ve normal arasında beni anormal yapıyor. Anormallik değil ama yarımı arama telaşım beni yoruyor be kadın. Ve yüksek duvarlı egolar cumhuriyetinde uğruna kendimi feda edeceğim bir kadın yok! Sen varsın ama Müzeyyen. Gerçeksin sen. Bana öyle bakma sakın. Anladın sen beni. Beni benden daha çok anlayan tek insansın sen. Sen sıradan bir kadın değilsin, hiç olmadın da. Buraya geldiğinde masumdun ama artık masumiyetin gizli ve sen o masum yaşamın üzerine birkaç beden fazla yaşam daha koydun müzeyyen. Sana fahişe diyen kendisi hayatın orospusu olmuş bir sistem koliktir. Oysa sen bir filozofsun Müzeyyen. 21. Yy in en iyi filozofu ödülünü sana veriyorum. Sen Hayat filozofusun!
    “abartma istersen. Haydi, süren doldu, git artık adam. Hem filozofların düşünmeye ve duş almaya ihtiyacı vardır. Yabancı korkularıma korkular eklediğin için de teşekkür ederim.”
    Gülümsedi. Bana daha önce hiç gülümsememişti. Gülümsemesi kapalı havada güneşin yüzünü göstermesi gibi aydınlattı aklımı. Hafiflemiş bir şekilde uçarak indim merdivenden. Kaderin kapısından çıkıp, olağan yaşam senaryomun içine girdim. Arkama dönüp penceresine baktığımda, bana bakar buldum onu. Sanki kal, gel kurtar der gibi bakıyor gibi geldi. Tıpkı hypathia gibi kararlıydı bakışları ve inanmıştı sanki bana. Ardından bir el uzanınca benim sahnem bitti ve perdesi kapandı. Kendi senaryosundaki fahişe rolüne dönen bir filozof olarak yaşamaya devam etti.
    Bir gün Müzeyyen, yeterince cesur olduğum bir gün seni ve aklındaki felsefi yaşamı kurtaracağım ve içimdeki savaşta kendime karşı zaferimi ilan edeceğim. Söz!

Şaban sarı

13temmuz-15aralık


2 yorum:

  1. Ben ömrümde bòyle bir şey okumadım ve görmedim.. Muazzam bir yapın var. ne yazsam onu bile bilemiyorum. Sadece düşünüyorum. Şimdilik sadece düşünmekle yetiniyorum..

    YanıtlaSil
  2. yorumunuz için teşekkür ederim canım insan. yapımı yapınıza uygun bulmuş olmalısınız. düşünmekle yetinemediğiniz vakitlerde de bekleriz

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...