HAYAT FİLOZOFU
Yokuş aşağı,
yağmur sularının peşi sıra iniyorum. Saçlarım bir kedi kıvamında ıslak. Yolumu
gösteren su sesi beni alıp götürüyor. Bu hüzünlü romantizm solda kendini şehrin
karanlık dehlizlerine bırakırken, ben ondan ayrılarak sola doğru kıvrılıyorum.
Kendimi başka bir sokağın koynundan karanlığa akarken buluyorum. Bu sokaklar
bana aşina, tadı damağımda kaldırımların havası. Sokak ünlü. Ününü başka
şehirlerden duyan geldiği için de buraya ait olmayan hayatlar doluyor bu soğuk
ve köhne sokağa. Evlerinden sakladıkları ilk parayı ceplerine koyup ardımda
kalan bu kaldırımlara akan bu adamcıklar için birkaç saatlik hareket
kendilerinden bile kıymetli. Her şeylerini bir kenara bırakarak kahvehane
köşelerinde anlatılan hikâyeleri yaşamak için koşarlar buraya. Kendinden
vazgeçmenin anavatanında, başkent olarak görüyorum sokağın kendisini. Yırtılmış
ceketlerin cebinden sarkan hayallerin kokusu karaktersizlik gibi geliyor… Bilinmeyenin
heyecanıyla, palavraların peşinde dövüşecek bir yatak aramak, kendini uzaklarda
kaybetmenin dayanılmaz ihaneti… Heybelerinde dolu yalanlarla gerisin geri sığ
sulara dönerkenki o yalnız kendini kandıran oyunlar… Bunlarla ünlü oldu sokak,
fahişeleriyle değil…
Bırakalım bu ağzımda sakız gibi çiğnediğim
toplum eleştirimi de yolumuza bakalım değil mi? Bireysel kurtuluştur bir
toplumu kurtaracak olan, önce ben! Lütfen!
Aklımdan dökülen bu hayal ötesi cümleler
beni duvar suratlı bir kapının önüne getirdi. Dikiliyorum ellerim ceplerimde.
Sanki içerideki dünyayı bilmiyormuşum gibi. Öbür tarafa geçecek de paralel
ömrümün özetini izleyecek ciddiyetiyle dikiliyorum. Dikilmenin dayanılmaz
ağrısı saç uçlarımdan sızıyor.
Benden başka kaç deli bir kapının karşısında
hayatı sorgulama ahmaklığına düşer ki? Kendi içimdeki savaşı bir kapının
şahitliğinde kazanabileceğimi mi düşünüyorum yoksa? Bu kapının ardı karanlık,
biliyorum. Biliyorum ki kapının ardında
satır başı yaparak hayata yeni bir paragraf yazılacak içimde. Olasıdır bir
ömrün bitip, kelebek ömrüne başlamam. Hayat, hayalle reel arasında bir yer ve
bu kapı kavşak. Hayatın önümdeki yolu yüzüme tokat gibi vurduğu seçimler
ansiklopedisinden ince bir cümle bu kapı. Kapıya methiyeler. Son. Kapa
parantez.
Kendi kendime yaşamayı bırakıp, sayısız kez
geldiğim bu evin içine kendimi atıyorum.
Solmuş bir çiçek gibi sallanan lambanın
kendine hayrı yok. Yılan gibi kıvrılan koridordan salona geçince, loş bir sis
perdesinin içinden ilerlemiş oluyor ve sanki
bir rüyadaymış hissi içerisinde kendinden geçiveriyorsun. Bulutun sonunda beni
bekleyen manzaraya aşinayım. O toy heyecanım yok artık. Tecrübe tüm
heyecanların katili olabilir gelecekte.
Salondaki sekiz yarı çıplak kadın
çeşitli noktalarda konuşlanmışlar. Ten yaşı otuzlarında gözüken yirmilerin
ortasındaki kadınların bazılarının kucağında yaşam defterini ortalamış kart
zamparalar, bazılarında benden genç depremde titreyen bir ampul gibi duran
delikanlılar oturmuşlar, ısınma turlarını atıyorlar. Pazarlık yapılmaz. Net bir
ücret peşin olarak ödenir. Ben artık ç.ö.k ( çok önemli kişi) müşteri
olduğumdan önceden aradığımda odam hazırlanırdı. Benim sıfatıma aşina oldukları
için selam verme zorunluluğum olduğu birkaç kadına selam verip, Hümeyra’nın
bahşişini ve hizmet bedelini ödeyip, damat odası olarak adlandırıldığını yeni
öğrendiğim 8. Odaya doğru yürüyorum. Bir iki odanın kapısının kulağıma
fısıldadığı iniltilerden geçip, odaya giriyorum.
Loşluk evin her yerini istila etmiş olmalı
ki, odaya da aynı atmosfer hâkim. Sokağın ışıklarının meraklı gözleri bile
odayı aydınlatmaya yetmiyor. Pencerenin kenarındaki yatağa yarı çıplak oturmuş
Müzeyyen. Müzeyyen’e doğru yürürken, ben size Müzeyyen’in geçmişini anlatayım.
Onu ilk gördüğümde, toprağını yadırgamış bir
fidan gibi solgun teni, sert bir rüzgâra karşı titreyen gövdesi vardı
Müzeyyen’in. Büyük şehir, büyük umutlar demekti, böyle duymuştu köyde. Duyduğun,
yaşayacağının kanıtı değildir Müzeyyen. Ah müzeyyen. Büyük hayallerle geldin
biliyorum bu çukura ve daha ilk rauntta nakavt oldun. “Araftayım” diyor bana bazen Müzeyyen. Bu
çukur onun kararlarının orta noktasıymış. Çünkü cehennemin en sıcak yerinden,
baba ocağından gelip, cennet diye sığınmış buraya. Burası da cennet
tasvirlerine uymayınca, Araf demiş buraya. Ailenin yanından her yer iyidir ona
göre çünkü.
Çok konuşmaz Müzeyyen. Başlarda herkes az
konuşur zaten. Kafesinden yeni kaçan bir kuş misali, sarsılarak uçuyordu bu
şehrin semalarında, tanımaya çalışıyordu yabancısı olduğu gökyüzünü. Onun
sessiz lisanını anlıyordum ama konuşamıyordum.
Ama ellerim ona uzanıp, “o olsun bu sefer “ dediğinde bir şeylerin değişeceğinden
de emin gibiydim. Sevişeceğim sıradan bir fahişe olmadığını o an da sonra da
anlamıştım.
Tazeliğine ödediğim normalden fazla ücretten
daha fazla değeri vardı. Burada insanlık paraya endeksli olduğundan böyle
konuşuyorum. Çıplak teni, yapraklarını dökmüş bir ağaç gibi kış soğuğuna
direniyorken, ruhu titriyordu. Uzun siyah saçlarının kapattığı göğüsleri,
dimdik bir asker gibi dikiliyor ve korkuyla çarpan kalbinin sesini kamufle
etmeye çalışıyordu. Küçük yüzünde daha bir irileşen gözlerinde korkuyla karışık
umut tanelerini görüyordum. Belki de bu saatler onun kurtuluşuna götürecekti,
öyle düşünüyordu. Hiç tanımadığın bir yerde Müzeyyen, hiç tanımadığın bir
adamla, bilmediğin sularda yüzecek olmanın kokusuydu teninden aldığım koku.
Teninden başlayarak ruhuna doğru yol
alırken, ürkekliğine dokunmadım. Ellerimi uzatırken yanağına, sanki öldürmüşçesine korkarak elleriyle
koruyuşu kendini, neler yaşadığının kanıtı gibiydi. Anladım ki korku da sevgi
gibi tecrübe gerektiriyordu. Ve müzeyyen korku konusunda ustalaşmış ama sevgi
konusunda umutsuz bir fakirdi. Fakat bir ruh ne kadar ezilirse ezilsin,
üzerinden alınan o kirli hatıraların ardında gerçek sevgiyi daima hisseder. Ona sevgi tecrübemin verdiği yetkiye dayanarak
hüzünlü bir hazla yaklaştım.
Geneleve geliyor olmam, kadınları bilmediğim
anlamına gelmiyor, demiştim bir keresinde Müzeyyen’e. Sadece gereksiz egolarla
muhatap olacak gücü kendimde bulamıyorum, burası da egoların değil paranın
geçtiği tek yer, diye savunmuştum kendimi. Kolu kanadı kırık bu kuşa önce
korkulacak biri olmadığımı göstererek ve ürkekliğini güvene çevirerek
yaklaşmış, ilk kez sevgiyi hisseden ruhu pençelerini geri çekerek beni kabul
etmişti. Ve sanırım şimdiye kadarki en güzel birlikteliğimdi onunla ilk
tanıştığım gün.
Odasından çıkarken o tiz ama tınılı sesiyle
“ teşekkürler “ demişti. Onun sesini ilk kez o zaman duymuş ve bir daha hiç
unutmadığım bir şarkı olmuştu. O günden sonra o yaşamaya dair çok adım attı,
emeklemekten koşmaya kadar geldi; o büyürken ben de kendi içimde çok
değişiyordum. Farkındaydık… değişebilmek için sizin ayarlarınıza dokunabilen
bir anahtar şarttı anlaşılan.
Haftada bir geldiğim bu rüyaya, artık
yalnızca Müzeyyen için gelmeye başladığımı kendime geç de olsa itiraf
edebildiğimde rahatladım. Cumartesi günleri ben ona, o da bana hazırlanırdı.
Ben ondan başkasına gitmez, o da o gün yalnızca beni beklerdi. Bazen ben
gidemezdim o başkasına gitmek zorunda kalır, bazen de hatırı kırılmaz bir
müşteriyle olurdu ben geldiğimde. Kıskanmazdım onu ama içimde tarifsiz bir
karıncalanma olurdu.
İş dünyası acımasız. En masum ruhları bile
kendine benzeterek, içini boşaltabiliyor. İnsan da doğası gereği yaşama
dürtüsüyle ortama uyum sağlıyor. Müzeyyen de her geçen gün daha bir uyumlu
oluyordu bu bok çukuruna. Çorak arazide açan bir çiçekten, çöldeki öylesine bir
kum tanesine dönüşüyordu. Göğüsleri daha olgun gösteren bluzlar giyiyor,
değişik şekillerde çoraplar ve eteklerle tamamlıyordu görevini; acemice
başlayıp gittikçe profesyonelleşen makyajlarıyla ve en önemlisi o suskun dilini
unutup, bizim dilimizi akıcı bir şekilde konuşmaya başlamasıyla, diğer sesler
ve görüntüler arasında öne çıkıyordu… Değişim, bizi yaşama bağlayan bir halat
gibiydi.
Artık yaşamayı kadınlardan değil bir
kadından öğreniyorum. Dakikalarca hazineler aradığımız vücudumuzun
haritalarında yoruldukça, aklımızın satır aralarındaki hikayelerle
dolduruyorduk saatimizi. Bir dakikanın bile kıymetini anladığımız için, boşa
harcamıyorduk zaman tanelerini. Senin cahil diyeceğin, pis diyeceğin, *******
kodumun orospusu diyeceğin bu kadından benim spinoza hüzünlü bir filozof
bulacağımı kim bilebilirdi ki… Ruhumun işkence gören yanlarına iyi gelen
sözleri, yaptığı tinsel ve tensel tedavilerle her sevişme sonrası yeniden
doğarken ben, o da benimle birlikte dışarıya çıkarak şehrin güzelliklerini ve
keşfedilmemiş yanlarını görüyordu. Aramızdaki uyum kim olduğumuzla ya da ne iş
yaptığımızla ölçülecek basit bir denklem değildi. Aramızdaki uyum, benim
zamanımın onun zamanına eş olması, ruhlarımızın aynı karanlık çağda saklı
oluyor olmasından kaynaklanıyordu. Ben ruhunu şeytana satmış anarşist bir
öğretmenken; o tenini yokluğa veren köylü bir melekti. İkimizin de yalnızlığın
koynunda titreyerek uyuduğu bu cehennemin arka bahçesi olan şehir, yine bizi
birbirimize muhtaç kılan bir mucizeydi.
Bir sevişmenin arasında Müzeyyen terli
yüzünü kaldırarak “ sen aşk değil, ruhunu emanet edeceğin bir kitap arıyorsun.
“demişti. Nasıl diyen o baygın bakışlarıma “ aradığın bir kitap ya da kadın
yok, yalnızca insanların ve hikayelerinin arasında olmak hoşuna gidiyor.” Diye
cevap vererek tutkulu bir öpücükle tespitine nokta koymuştu. “ senin varoluş
sancını dindirecek kadını tanrı henüz yaratamamış. Suskunluk odaya sis gibi
çökünce ben, vermem gereken cevap buymuş gibi “ sen varsın ama “ dediğimde, “
ben senin tiyatronda yalnızca sana yolunu gösteren bir yönetmenim, sana
fısıltılarla yol veriyorum ama seni fısıltılar değil, gerçek bir çığlık
kurtarabilir” diyerek yeniden sevişmeye başlamıştı. Ben o sevişmeye doğal
olarak aklımdaki fısıltıların gürültüsünden odaklanamadım ve hiç zevk almadım.
Ama Müzeyyen’de az konuşup, çok düşünebileceğimi bildiği için yeniden sevişmeye
başlamıştı benle… Beni benden daha iyi anlayan bir kadın, yok daha neler...
Bazen bunun bilgelik mi ukalalık mı
olduğunun ayrımına varamıyorum. Çünkü tüm bunları konuşan o yüce kadın bazense
geldiği yerdeki kendi dünyasının küçük köylü kızı Müzeyyen oluveriyor. Hiç
bozmadan onu dinliyorum çünkü ruhu bazen aslını özlüyor ve anlatma ihtiyacı hissediyor.
Yalnızca anlatıyor… koyunlardan konuşuyor, pis kokularından, kardeşlerinden ve
köydeki dedikodulardan konuşup, ağlardı. Annesine üzülür, babasına küfrederdi.
Öfkelendiğinden ağlardı, hiç üzüntüden ağlayan birine benzemezdi. Ben de
bilmediğim bir coğrafyanın öyküsünü usul usul dinlerdim, o susunca bana ıslak
gözleriyle gülümserdi ve bende onu kollarımla sıkı sıkıya sarar, rahatlayana
kadar bırakmazdım. İkimizde birbirimizin fırtınalardan kaçarak saklandıkları
birer limanıydık…
Ben bazen o günlerde tanıştığım bir kadını
anlatırdım. Ne hissettiğini bilmezdim Müzeyyen’in. Ama kıskanmazdı onu
bilirdim. Akıl verirdi bana. Beceremediğimde bir işi kızardı bir anne edasıyla.
Bazen aramızdaki ilişki sex ve paraya odaklı değil de karşılıklı sohbete dayalı
gibi düşünürdüm, sıradanlaşırdık, hoşuma giderdi.
Müzeyyen’i tanıyan herkes çok sever.
Saflığın işlenmesiyle ortaya çıkan zekası ve doğuştan gelen kadın
yeteneklerinin gün yüzüne çıkmasıyla hem ben hem de pek çok çalıntı hayat
yaşayan adamın gözdesi yapıyordu. Bazen sıramı beklerken odasından çıkan
adamların hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş bir balon gibi uçarak kapıdan
çıktıklarını görürdüm. İçeri girdiğimde
duştan yeni çıkmış pembe teniyle bana hazırlanıyor olurdu. Nasıl bir kadınsın
ki yanından kimse yüzü asık ayrılmıyor, dediğimde, “ bazen sevişmek iyi gelir
insana bazense yalnızca konuşmak” diye cevap verir beni sustururdu. “Bir saat sevişmek için çok uzun genç adam,
herkesin gücü buna yetmeyebiliyor ama bedenlerinden sonra anlatarak akıllarının
da boşalmasını sağlıyorum ve inan bana kollarımda ağlayan bir erkek, kasıklarıma boşalan bir erkekten daha mutlu
oluyor… “ deyip, “ söyle bakalım senin neye ihtiyacın var” diye dalga geçiyordu
benle. Aslında çoğunuzdan iki katı ücret talep etmeliyim hem ruhunuzu hem
bedeninizi rahatlatıyorum, en kral psikiyatristten daha faydalıyım, oh ne ala
memleket. Diyip, beni tahrik eder, “ o zaman ben de bir terapini alırım” diye
konuya girerdim.
Güzel
hikayelerle öyle ya da böyle Müzeyyen’i bir yıla yakındır tanıyorum. Ben
bunları anlatırken zaman akmaya devam ettiği için Müzeyyen çoktan soyunmuştu.
Artık toplanma vakti gelmiş birer meyve gibi duran göğüslerinin tadına bakmaya
başlamış, bal arısı gibi çiçeğin en güzel yerlerini emdikten sonra
coğrafyasının keşfine çıkmaya başladım. Şimdiki zamana geldiğimde, kıvrılan
tenlerimiz birbirine uymaya çalışan yapboz parçaları gibi. Nefeslerimizin
birbirine karıştığı noktalarda iniltiler yol gösterirken bize, hazzın ışığında
ulaşılmaz noktalara doğru yol alıyoruz. Kendini keşfetmeme izin veren Müzeyyen,
kendimi kaybetmeyim diye kendini yormadan, benim yolu aramama izin vererek
süreyi uzatıyor.
Kendini tanıyan ve birbirini tamamlayan iki
id’in harmoni dansıyla akan dakikalar biraz hızlanınca, ten- ses eğrisinin
bükülmesinde etkili oluyor ve Nirvana! Bir saatin son on dakikasına girilirken
ikimizde nefes nefese ve sırılsıklam uzanıyoruz. Müzeyyen’in teni tenimde tek
vücut biraz soğumayı bekliyoruz. Müzeyyen’in yeni adet edindiği orgazm sigarası
yanıyordu. “herkes yaktıramaz bana bu sigarayı” diyerek benim gururumu okşaması
gerektiğini de öğrendiğini göstererek, çektiği nefesi ben rahatsız olmayım diye
cama doğru üflüyor.
“biliyor musun genç adam, yaşıyorsam bu
boktan yerde senin varlığın sayesinde. Senin beni kucaklayıp, bir saat bile
bulutların üzerinde, yepyeni bir yaşama taşıyor olman, bunun ihtimali bile
ruhumu motive etmeye yetiyor. Hayatın karanlık tarafından, gri tarafına geldim.
Ama sen aydınlık tarafsın ve sana dokunmak bana kendimi gerçek
hissettiriyor. Biliyorum kendi içinde
verdiğin meydan muharebelerinde hep yenik bir komutan gibi görüyorsun kendini
ama ruhun hala direniyor. Ruh varsa umut da var demektir be adam, delirme
sakın; Diren!
“Müzeyyen, ben artık göçebe bir bedenle
yaşamak istemiyorum. Yoruldum ve korkuyorum. Evet gencim, evet hayatın içinden
geçtim ve evet her boku biliyorum ama yetmiyor. Çok yaşayan değil, çok susan
mutlu oluyor. Ben mutlu değilim Müzeyyen.
Artık kendime ait bir yaşam istiyorum, kendime ait bir kadına ait olarak
onun içinde erimek, yok olmak; o olmak istiyorum. Bir kadınının içinde erimiş adam, tamdır. İki
kişilik bir bütünle tam olabilecek bir adam olarak olmayan bir parçayla tek ya
da bir parça olmuyorum; yarım oluyorum. Yarımlık beni huzurlu kılmıyor
Müzeyyen. Yarım oluşum yaşam ve normal
arasında beni anormal yapıyor. Anormallik değil ama yarımı arama telaşım beni
yoruyor be kadın. Ve yüksek duvarlı egolar cumhuriyetinde uğruna kendimi feda
edeceğim bir kadın yok! Sen varsın ama Müzeyyen. Gerçeksin sen. Bana öyle bakma
sakın. Anladın sen beni. Beni benden daha çok anlayan tek insansın sen. Sen
sıradan bir kadın değilsin, hiç olmadın da. Buraya geldiğinde masumdun ama
artık masumiyetin gizli ve sen o masum yaşamın üzerine birkaç beden fazla yaşam
daha koydun müzeyyen. Sana fahişe diyen kendisi hayatın orospusu olmuş bir
sistem koliktir. Oysa sen bir filozofsun Müzeyyen. 21. Yy in en iyi filozofu
ödülünü sana veriyorum. Sen Hayat filozofusun!
“abartma istersen. Haydi, süren doldu, git
artık adam. Hem filozofların düşünmeye ve duş almaya ihtiyacı vardır. Yabancı
korkularıma korkular eklediğin için de teşekkür ederim.”
Gülümsedi. Bana daha önce hiç
gülümsememişti. Gülümsemesi kapalı havada güneşin yüzünü göstermesi gibi
aydınlattı aklımı. Hafiflemiş bir şekilde uçarak indim merdivenden. Kaderin
kapısından çıkıp, olağan yaşam senaryomun içine girdim. Arkama dönüp
penceresine baktığımda, bana bakar buldum onu. Sanki kal, gel kurtar der gibi
bakıyor gibi geldi. Tıpkı hypathia gibi kararlıydı bakışları ve inanmıştı sanki
bana. Ardından bir el uzanınca benim sahnem bitti ve perdesi kapandı. Kendi
senaryosundaki fahişe rolüne dönen bir filozof olarak yaşamaya devam etti.
Bir gün Müzeyyen, yeterince cesur olduğum bir
gün seni ve aklındaki felsefi yaşamı kurtaracağım ve içimdeki savaşta kendime
karşı zaferimi ilan edeceğim. Söz!
Şaban sarı
13temmuz-15aralık
Ben ömrümde bòyle bir şey okumadım ve görmedim.. Muazzam bir yapın var. ne yazsam onu bile bilemiyorum. Sadece düşünüyorum. Şimdilik sadece düşünmekle yetiniyorum..
YanıtlaSilyorumunuz için teşekkür ederim canım insan. yapımı yapınıza uygun bulmuş olmalısınız. düşünmekle yetinemediğiniz vakitlerde de bekleriz
YanıtlaSil