Pages

Ads 468x60px

28 Şubat 2014 Cuma

BİR GÜN TÜM ÖLÜMLER AKLIMDAN İÇERİ GİRDİ

BİR GÜN TÜM ÖLÜMLER AKLIMDAN İÇERİ GİRDİ

                                                                                                                                                                                      I.             

RÜYALAR DA GERÇEKLER ÖLMEZ

Ayaktayım. Pencereden gördüğüm dünyayı düşünüyorum. Güneşin görüş günü olmadığı gri günlerden. Bugün ona yasak tüm ışıklar ve bulutların ardında hücresinde uyku tutmamış bir şekilde dönüp duruyor... Sonra o renksizliğin altında dikilen, en sevdiği sonbahar elbiselerini çıkartmış, incecik gövdesini tüm çıplaklığıyla kışa sunan vişne ağacını görüyorum... Şu an onun kadar çıplak, onun kadar çaresiz bir şekilde kendimi doğanın akışına sunduğumun farkındayım. Ensemde Kadın'ın nefesini hissedebiliyorum. Hala nefesinin sıcaklığından ve öfkesinin uğultusundan anladığım kadarıyla namlunun ağzındaki son söz için ona yüzünü dönmemi bekliyor... Kadınların en tehlikeli silahı dudaklarıdır. Bir öpücüğüyle size güneşi gösterip, kavurur ruhunuzu. Dudağından çıkacak tek bir sözle öldürür sizi. Dikkatli olmak lazım. Sanırım gitmesini beklemek yapılabilecek en mantıksız iş. Bir kadının gittiğini tarih görmemiştir.
Pencerenin önünde oturmuş onunla aramızdaki adı kocaman belirsizlik olan ilişkiyi düşünürken, çat kapı gelmişti. Hayatıma girişi gibi, odama girişi de alışılmadık elbette. Karşımdaki duvarda asılı duran ve bana daima hayatın beklenmedik hamleleri karşısında çığlık atan insanlığımı hatırlatan, Edvar Munch'un Skrik (çığlık) tablosunun kopyasının ağzından çıkıvermişti. "Merhaba Soylu efendim." diyerek alaylı bir saygıyla şaşkınlığımı ciddiyetsizliğiyle almaya gelmişti. Cevap vermemiştim. Cevaplarımı hiç bir zaman sevmediği için ona mümkün olduğunca az cevap vermem konusunda bana yemin ettirmişti. Tuhaf biriydi... Her seferinde büyük fırtınalardan geldiğini düşündüğüm dağılmış saçlarıyla, eski çağlardaki kadınların giydiği göğüs kısmı iplerle tutturulan elbisesi içindeki genç göğüsleriyle, yanağındaki gülümsemeyle hüzün karışımı ifadeyle ve en önemlisi göz renginin kan kırmızısı oluşuyla tam anlamıyla tuhaftı... Onun gerçek olduğuna inanmakta bir hayli güçlük çekmem bu yüzdendi...
"Buraya seni terk etmek için geldim Ekselans." 
"Çünkü artık beni çok sık düşünmüyor ve hayallerinize çağırmıyorsunuz. Tarihin kanlı defterlerindeki onlarca cinayetin arasında, bu güzelliğimle korkusuzca dolaşamıyorum. Oysa sizin aklınızın zamanı temiz ve güvenli. Fakat benimle ilk kez karşılaştığınız o günkü heyecanınız ve benimle ilk kez birlikte olduğunuz o ateşiniz sönmeye başladı. Beni kandıramazsın! Bir başkasını düşündüğünüzü anlayacak kadar erkek tanıdım. Sana ekselans falan dediğime bakıp sana önem verdiğimi düşünme! Sen beni düşünmekten vazgeçemezsin ancak ben seni terk edersem biter bu düş! Anlıyor musun küçük Japon askeri!"
Bu son iltifat beni gülümsetmişti. Bana şimdiye dek sövdüğü en komik cümlesi buydu. Kadınlar size ne söylemişse hak etmişsinizdir. Kelimeleri gerçek anlamıyla kullanma konusunda usta bir bıçakçı kadar yetenekli olabiliyorlar.
Benim için gitmesinde bir mahzur yoktu. Neticede onu aklıma sokan da onu aklımdan çıkartacak olan da  bendim. Her şey dediği gibi büyük bir heyecanla başlamıştı, evet. Zaten yeryüzündeki tüm ilişkiler ya bir kibritin alev alması kadar sürede duyulan heyecanla ya da bir gündüz düşünün kısalığı kadar  sürede söylenen yalanlarla başlar. Benim yalan söylemeye hiç ihtiyacım olmadı. Tanrı biliyor -o her şeyi bilir çünkü- ben ona büyük bir heyecanla bağladım kaderimi. Fakat kibrit gibi yandıkça hayalim sönmeye, kaderim kibrit çöpü gibi bükülmeye başladığında, elim yanmadan onu atmam gerektiğini fark ettim... Her ilişkide bu durum geçerlidir, aradaki zaman ve yaşananlar birine zarar vermeye, onu yıpratmaya başlamışsa, onu ağzına alıp söndürmek yerine, o ilişkiyi ardına fırlatman gerekir. Bende öyle yapmak için düşünüyordum zaten. Onu düşündüğümü yüzyıllarca öteden duyabilecek gerçekten güzel hayallerimdendi. Ona isim vermedim. Siz ona Martha, Eva, koca göğüslü Selma ya da uzun bacak diyebilirsiniz. Bu sizin hayalinize bağlı. Ben sadece Kadın diyorum ona. Kadın'ı ne zaman düşünsem gelirdi. Onu düşünmeden önce ona ayrılık cümlelerinden yakışıklı bir paket hazırladım elbette. Romantik ve kibar bir Dük olmanın en birinci kuralı; birini terk ederken bile güzel hatırlanmaya bak.
"Bana cevap ver lanet olası Devrim sevdalısı Looser! Uzaklara bakıp bakıp dalmalar geldiğim yüzyılın başlarında tükendi. Bu modası kaçmış taktiklerinle beni kendine daha fazla bağlayamazsın! İnkâr ediyorum seni ve kendimi! İhbar ediyorum ikimizi Tanrıya: Tanrım, biz günahları işledik ve birbirimizin etine ruh tohumları ekip, ondan gelecek bekledik! Tanrım bizi sakın affetme! " 
"Çünkü sen saygıdeğer Führer'im, sen benim affetmeyeceğim kadar unutulmaz günahımsın. Sen aslımı unutmamam, içimdeki Lucifer'i her daim hatırlamam için dönüp bakacağım, yeryüzünün en büyük günahkârısın! Çünkü sen Rodion Romanoviç Rasnolnikov, beni yani en büyük cinayetini öldürdüğün yere geri dönecek kadar ahmak bir adamsın! Beni düşlerinde becerdiğin gecelerden sonra gündüzleri öldürecek, beni düşünmeyecek kadar dengesiz bir adamsın ve ben şimdi seni terk ediyorum! Yüzüme bak insanın çocukluk hayallerinin Katili! "
O bu cümleleri kurarken benim ne yaptığımı zaten birinci satırdan itibaren yaşamaya başladığım için, artık bu diyalog kendini tekrarlarmaya başlamıştı. Sanırım kendi hayalime sığınan umutsuz bir masal kahramanı olarak hikâyemde sıkışıp kalmış ve bu depresif film karakteri suratlı ama pornografik film vücutlu Kadın'a mahkûm edilmiştim! Ah tanrım. 
"Kulak verin seslerime iyice . "Herkes öldürür sevdiğini " diyerek o cennetin bahçelerini dolduran sesiyle geliyor Üstat yanıma. Onu göremiyorum ama o beni görüyor. Şah damarlarımdan birinde Tanrı, ötekinde Üstat var. Ölümlü bir insan için hem Tanrı'yı hem Kurtiz'i aynı anda hissetmenin ağırlığıyla yeniden uykuya dalıyorum... Kadın yok. Gitmiş. Cevabımı beklemeden hem de. Bu ne kadar da absürd bir rüya olmaya başladı böyle!
O’nun sesi aklımın arka odalarında ağır ağır çalan bir şarkı gibi. Devam ediyor
"Sen kim olduğunu unutmadığın sürece, kimi öldürdüğünün kimin seni öldürdüğünün bir anlamı yok Genç Adam." diyor bana. Yüreğimin sesi dâhil hayatı sessize alıp, ustaya kulak veriyorum. 
"Asıl önemli olan, kendine ve yüreğinde sakladığın hazineye olan sadakatin. Sadakat sır saklamak mıdır? Hayır! Sadakat ayna kadar gerçek olmaktır. Kıyamet kopacaktır. Öyle ya da böyle, yarın ya da şimdi, kopacak. Sadık bir adam asla kadınından kaçmaz, kıyametini saklamaz. Ölüm gibidir sadakat, pazarlığı olmaz. Bir kez o çizgiyi geçersen eğer, geri dönüşün olmaz. Kangren olmuş bir kol gibi, tutulmuş bir dil gibi, işlemez o birliktelik. Kes at, öldür  ama asla devamını umut etme. Sadakati bitmiş bir adam artık hiç bir tufanda gemisini Nuh gibi geleceğe götüremez. " 
"Senin Kadın gitti. Gitsin, eğer gelmek isteseydi senin çağırmanı beklemezdi. Kadın, sadık bir köpek değildir ki çağırınca gelesin. O beyaz bir attır, soluğundan hayat akan. Kadın tek bir şey ister susarken bile içinde bir gerçek! Sen kim olursan ol, o sana ne derse desin doğrularının üzerine inşa edersen kaleni, açıklamaya gerek kalmaz. Hepsini vereceksin, sahip olduğun ne varsa tek bir kadına bir seferde vereceksin çünkü sadakat taksitlendirilemez."
"Çünkü Genç Adam, sevdiğine sadakat verebilen adam, kendinden vazgeçebilen adamdır. Bunu kendi dahi bilmez ama!" http://www.youtube.com/watch?v=O6bU73N2vsU"
Cennet'in o gül kokularının içimdeki karanlığı kovduğu, çorak hislerimin içinde bahar heyecanı bıraktığı sesine kurban Üstad. Senin keyfin yerinde mi yukarıda? O'nunla da sohbetlerin böyleyse eğer, kıskanmamak elde değil Dayı!
"Duydum ki sefere çıkmayı kuruyormuşsun, etme. Bir başkasını sevmeye, bir başkasını dost edinmeye niyetlenmişsin, yapma. Yapma! İnsan, bu yabancı yolculuğunda tek bir tanıdık yüz arar. Sen gitme! Gözlerimizi yaş ediyorsun, gitme o ellere doğru, gitme!
"Aşka hayret etme. Cennet'te cehennemde elimizde, cehennem etme. Yüz çevirme gözünden, sırtını dönme Kadın'a. O'nu inkâr etme, varlığını inkâr etme! Huzuru bozuyorsun, etme! Harama bakıyorsun, hırsızlığı düşlüyorsun başka tenlerde, yazık ediyorsun, etme! 
"İkinci bir şansı kazanmak Oğlum, ilk şansı kaybetmek demektir. Öyle oldu.  İkinci hayat, ilkinde ihanete uğramak değil, ilkine ihanet etmekmiş... Herkes ikinci bir şanstan bahseder ama kimse kötülüğün kapılarından geçişini hatırlamaz. Arasında bir ömür vardır ve hiç bir şey bitmez, sadece değişir Evlat! " "http://www.youtube.com/watch?v=mSG0breOjYY
Söyledikleri duvardaki tablodan, karşıdaki ölümsüzlüğü saklayan kitaplardan sekerek aklımı birer ikişer çakılan çiviler gibiydi. Tahtaları çok iyi anlıyordum. Eğer tutunmak için çiviye ihtiyacı varsa insanın, aklına da olsa çivi çakılması can yakmıyordu... Üstat öylece sustu. Gökyüzünde onun görüş gününde, sakallarında sallanan çocukları gördüm...

 Şaban Sarı

(Devam edecek)


27 Şubat 2014 Perşembe

BİTMEYEN ÖYKÜ

BİTMEYEN ÖYKÜ
  " -Kalbinde nasılsa öyledir 
-kız bana hasta"                
Balans & Manevra

[Yağmurlu ve Soğuk ]

        "Sanılanın aksine bir gün herkes için yirmi-dört saat diliminden oluşmaz..."
        Aykut durağa doğru ilerlerken birer birer ardında bıraktığı ya da birer ikişer onun önüne geçen insanlara bakınca bunu düşündü kendi kendine. Hayat herkes için aynı hızla akmıyordu çünkü... Onun bu soğuk ve birazdan başlaması muhtemel yağmuruyla daha da beter bir hal alacak günü, sanki ellinci saatini devirmek üzereydi...Bundan daha uzun ama hatırlamak istemediği günleri olmuştu. Mesela; üç yıl önce annesi için bir an süren - hayat kaç saatlik dilimlerle yaşarsanız yaşayın o bir anlık ölümle sıfırlanıyor-, sarhoş şoför için yalnızca altı aya tekabül eden - evet bir canı almak yalnızca altı ay sürmüş sonra yirmi-dört saatlik alkol seansları devam etmişti- ve Aykut için sonsuzlukta ilerleyen -buna tanım bulmak çok güç...- martın on-üçü öyleydi..             Zaman hesaplanmakla kaybedilmeyecek kadar kıymetliydi ama o sabahtan beri davadan davaya koşmuş; müvekkillerini dinlemiş; savunmalar hazırlamış; yemek yemeyi unutmuş; annesi için dua etmeye ise zar zor vakit bulabilmişken uzun zamandır görüşmediği, sevdiği eski bir arkadaşı şehre geldiğini ve müsaitse onunla görüşmek istediğini söylemişti. Müsait değildi fakat bazen insanlar yalan söylemeyi doğru söylemeye tercih ederler. Başkasının kendi hakkında yanlış düşüneceğinden korktuğu için yalan söyleyerek ismini temizlemeye çalışır. O da aynen öyle yapmıştı. "Avukat oldun, bir tarafın kalktı aradığın sorduğun yok birde ayağına kadar gelmişken görüşmüyorsun" demesin diye, akşam birasını ve patlamış mısırını alıp bir film izleme ya da yarım kalan bir kitabı okuma hayallerini ertelemeyi tercih etti... 
        Durağa doğru yürüyordu. Yağmur çoktan başlamış, saçları hafiften ıslanmaya başlamıştı. Annesi görse muhakkak ihtiyatsızlığı yüzünden ona kızgın bir şekilde bakardı. " Keşke hayatta olsaydı da kızsaydı" diye içinden geçirirken, binmesi gereken otobüs hızla yanından geçti... "Hassiktir". Yorgun, ıslak ve yapmak istemediği bir şeyi yapmak üzere olan Aykut'un ağzından bu kadar masum bir küfür duymak şaşırtıcı... Annesi küfür etmesinden hoşlanmazdı çünkü.
        Durağa geldiğinde otobüse binip giden insanların yerlerini yeni insanlar çoktan almışlardı bile.  Belki sıranın başındaki da saniyelerle kaçırmıştı otobüsü, kim bilir. Yüzlerine baktığında hepsinin ayrı hikayelerin kahramanları olduğunu ama bir şekilde - gözüyle teker teker sayıyor - bu on kişi, şimdi'nin hikayesinde aynı satırları paylaşıyorlar.
        Bu bir tesadüf mü?
        Eğer biraz hızlı yürüse, belki trafik olsa o otobüse yetişecek ve başka on kişinin hikayelerine ortak olacaktı. Olmadı. Hayat bazen tıpkı bu otobüs durağındaki gibiydi.Gelenlerin ve gidenlerin adlarını bırakıp gittiği, insanların otobüslere binip birbirlerinin hayatlarına girdiği ya da çıktığı, tesadüfün değil, seçimlerin ve olasılıkların neden olduğu bu ihtimaller durağı... Bir şekilde, seçimleriyle, kaybedişleriyle - belki kazandıklarının henüz farkında değiller- , kazandıkları - kaybettiklerini yıllar sonra anlayıncaya kadar böyle düşündükleri tecrübeler onları buraya getirdi.
        Hayatı boyunca hep sebeplere inandığı için sonuçları kaçıran Aykut, sebepleri  düşünürken geç kaldı hayatına... Bir yerlerde ona da geç kalan biri vardı. Belki o erken gitmişti. Cevabını bulabilseydi bu sorunun, keşke. Emin olduğu ise; hepimiz aynı torbanın içindeki o kırmızı-mavi-sarı toplarız ve birlikte olma şansımız sonsuz olasılıklara bağlı olduğu. Yani hepimiz birbirimizin ihtimali, hikayesinde kahramanıyız... Bu sadece şansla açıklanabilecek parametreler eğrisi. Öyle ya da böyle kesişen yollara benzetiyor kaderleri Aykut. Ona göre yolları okuyabilen usta bir sürücü olur, kaderleri çözebilense mutlu bir insan. Ardında biriken bir kaç kişiye doğru baktığında da aynı şeyleri düşünmeye devam ediyordu... 
        Yağmur şiddetini arttırdığında insanlar kendilerini ondan korumaya çalışıyorlardı. Ne kadar tuhaftı. Yalnız olmasalar belki de yağmura sövmez ondan romantik fırsatlar yaratırlardı. Bazılarına samimi gelen bu romantik bahaneler, kimileri için klişeden öteye gidemiyor ne yazık ki. Belki de önemli olan herkesin klişesinin, kendi hayatına özel kılmaktır? Kim bilir...
        İşte sıranın sonunda genç bir çift. Birbirlerine yakışıyorlar üstelik. Gözlerindeki o heyecan ellerine geçmiş, belkide üşüyorlar çünkü titriyorlar. Kızın birbirine yapışan siyah saçlarını düzeltti önce erkek... Bi' an durdu gözlerine baktı kızın, gülümsedi. Kızın yüzündeki tedirgin ama arzulu bakış yerini "olur"a bıraktığında erkek kıza, kız erkeğe yaklaşmaya başlamışlardı. Görünmez bir mıknatısın çekimine kapılmışlardı... Dudakları birbirine değdiğinde gök gürültüsüne karışan yağmur şiddetini arttırdı. Hepimiz başımızı korumaya alırken onlar yeryüzündeki son anlarıymışçasına öpüşüyorlardı. Onları ayıplayan - ayıplamak aslında yapmak istediği bir eylemi gerçekleştiremeyen acizlerin yöntemiydi- ve benim gibi içten içe aşka sahip çıktıkları için onları takdir eden bakışlara aldırmadan zamanı durdurdular. Onlar için gün yirmi-dört saatten bir ömre geçmişti.... Otobüs öfkeli bir amca gibi durağa yanaşıp kapıları ağız gibi açılıp "pıss" diye ses çıkardığında ayrıldılar. Aramıza dönmüşlerdi. Utanç kırmızısı, heyecan mavisi ve gelecek yeşili aynı anda yüzlerindeydi... Sıra ağır ağır ilerleyen Aykut onların bu haline gülümserken olacaklardan habersizdi... 
        Bazen öyle olur. Zamanın avlusuna bırakıp, ardına bile bakmadan kaçtığın bir şey, an ve  ya kişi sanki yıllarca seni aradıktan sonra - sen varlığını çoktan unutmuşken- seni bulur ve bir anda karşına dikilir. Aykut'un da bu yağmurlu ve soğuk günü o tarz günlerdendi. Otobüse adımını attığında içinde bir karıncalanma hissetti... Biri ona bakıyordu sanki. Başını kaldırdığında her şey için çok geçti, zaman son bir oyunla onu alnının çatından vurmuştu....

         [Meryem]
        Başlarını telefonlarına gömmüş onlarca insana bakıyorum... Elektronik dünyalarına yöneldiklerinde gerçek dünyanın tüm sorunlarına kapanıyorlar. Böylelikle sanki o sorunlar yokmuşçasına yaşarken, suni bir hayattan faydalanarak yaşamlarını sürebiliyorlar...
        Baksanıza, kulaklığında çalan ağır rock müziğin ileride ona ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, "carpe diem" diyen şu siyah tişörtlü küpeli çocuğa... Peki ya onun önündeki en fazla 16 yaşındaki lise öğrencisi kıza ne demeli... Dudaklarındaki annesi yaşındaki kadınların bile sürmekte tereddüt edeceği kıpkırmızı ruja, saçlarındaki boyaya ve önündeki ekrana tüm hızıyla cevap yetiştirmeye çalışmasına... Bir diğer tarafta yarı bilinçli bir halde seyreden amcaya ne demeli. Tüm bu teknolojik kablosuz yaşamın ortasında, Azrail'in ziyaretine kadar kestirmek isteyip, boşvermişliğine. Belki oda kızıyordur tüm bu duygusuz dokunuşlara. Malum onun zamanında yoktu böyle şeyler... Annesine bugün okulda yaptıklarını tüm bilmişliğiyle anlatan küçük kız ve onu  yorgun bir iş-gününün ardından ağırlaşan zihniyle dinlemeye çalışırken bir yandan da ay sonuna kadar nasıl dayanacaklarını düşünen anne... En öndeki, dikiz aynasından göz altlarındaki yılların yorgunluğuna rağmen artık bir uzvu olmuş direksiyonu tutarak pür dikkat yolu gözleyen şoförse kim bilir ne düşünüyordu... Öyleydi. Bazen hayat bir otobüsteki yolculardan daha fazlasını sunamıyordu sana fakat sen bakmasını bilirsen kendine harika hikayeler çıkartabiliyordun...
        "Her fırtınanın ertesinde güneş doğar. Beklemekten başka çaren yok". Bunu izlediğim bir filmde görmüştüm ve  o günden beri zaman buna inanmıştım. Dün arabayı servise bırakırken, bugün için işe otobüsle gidip geleceğimi düşünürken çok öfkelenmiş, şansıma ve kaderime sövmüştüm. Ama yıllar olmuştu belkide otobüste insanların hikayelerini okumayalı... Şimdi günün tüm yorgunluğunu unutmuş, hızlanmakta olan yağmurun huzuruna ve insanların kendi kalabalıklarında kayboluşlarına şahitlik edebiliyordum... O an bana büyük bir kaos gibi gelen arabamın bozulmasından şuan mutluluk duyuyordum. Kendime ve yaşama olan saygımdan olsa gerek daima kötülüklerin - bana kötü gelen olayların- daima o an olmasa bile sonrasında aydınlığa vardığını düşünerek yaşıyordum. Çünkü canımızı sıkmak için çok kısa bir ömrümüz var.
        Tüm bu gözlerimle resmettiğim insanlardan farklı sayılmazdım. Herkes kendi hikayesinin kördüğümlerinde kaybolmuşken ben hem onların hem kendiminkinde kaybolmayı başarmıştım. Aklım o kadar karmaşık ve hayatım o kadar dağınıktı ki... Keşke evlerimize çağırabildiğimiz temizlikçi ablalar gibi hayatımızı ve aklımızı da düzenleyecek kişiler olsa şu hayatta... Yetiştirmem gereken evrakları, görüşmem gereken müşterileri, almam gereken kıyafetleri ve sevmem gereken insanlara karar verecek birisi olsa. Her şey belki o zaman daha kolay olurdu? Çünkü bir insanın yapmakta en çok zorlandığı şey, karar vermekti.                İnsan düşünüldüğü kadar kolay karar verebilen ya da verdiği kararı kolaylıkla yaşamına uyarlayabilen bir varlık değil. Hele ki söz konusu kadınlarsa bu hiç kolay değil... Hayatım boyunca, çevremde daima aldığım önemli kararları onaylayan birileri oldu. Sizin de olmuştur. Kiminle birlikte olacağıma karar veren yakın kız arkadaşlar; hatta arkadaşlarını benimle tanıştırarak kaderime karar verenler bile oldu. Bir şekilde biriyle tanışsam, benden hoşlanıp bunu bizimle paylaştığında " bir dakika biraz düşünmek istiyorum" deyip koşarak o arkadaşlarıma gelerek onların da onayını alma ihtiyacı hissederdim. Belki ona karşı boş olmasam bile onların kararı belirleyici olurdu. Kararı yüzlerine okuduğumuzda yüzlerindeki o hayal kırıklıklarını toplayıp, tüm gerçekliğiyle öpmek isterdim bazılarını ama  bir erkeğin aşık olduğu kadın tek olsa bile tavlaması gereken en az üç kişi olurdu ve onlarda onay alamadığım için hayatımda olmayan kayıp gelecekler olarak kalırlar ardımda. Neler olacağını asla bilemeden şimdiye geldim. Ne yapacağıma, ne giyeceğime, kiminle yatacağıma karar veren birileri olmuştu daima hayatımda ama uzun süredir karar alma konusunda kendimden başkasına güvenmemiş ve bir şekilde ulaşmıştım bu soğuk ve yağmurlu güne. 
        Ne zaman hayatım için önemli bir adım atmak üzere olsam üçüncü bir gözünde önerisine fikrine ihtiyaç duyardım. Şimdi hayatımda bir şekilde yer edinmiş ve geleceğime giden trenin makaslarını değiştirerek beni bambaşka bir yolculuğa bırakan arkadaşlarım kim bilir nerede şimdi? Ardıma baktığımda korkumdan alamadığım kararlar konusunda aklımda bir soru işareti, karanlık bir belirsizlik varken; tüm cesaretimle, tek başıma göğüslediğim kararlarım konusunda en ufak bir "acaba?" taşımıyorum içimde... İçimin dağınıklığı aklımdaki o soru işaretlerinden belki de... Kadınların çoğunun hayatının seyir defterini kendileri yazmazlar, asla unutmayın ve benden size garip bir yolcu tavsiyesi; kararlarınız sizin olursa pişmanlık duymuyorsunuz, asla.
        Kalbimi açtığım o insanları düşünüyorum şimdi ve kalbimi açmaya izin alamadıklarımı... Kendimi düşünüyorum, ne yazık. Yalnızlığımın tek sebebi belki de korkaklığım... 
        Ah... Bu hüzünlü hava bana hiç yakışmıyor. Hemen dağıtıyorum aklımın karanlık bulutlarını, gözüm şehrin üzerindeki karanlık bulutlara takılıyor. Pencerede biriken yağmur damlalarının neden olduğu o puslu görüntüü, sol elimle netlediğimde şiddetini arttıran yağmurla burun buruna geliyoruz. Aramızda kalın bir cam olmasa yağmurla öpüşebilirim belkide... Yağmur iyidir. Tüm kadınlar gibi bende yağmurdan nedensiz haz duyuyorum. Sanki şehrin sokaklarından geçerken her şeyi toplayıp, toprağın kayıp derinliklerine ilerlerken, insanın da tüm geçmişini ve hüzünlerini süpürüyor... Geriye yalnızca yağmurdan sonraki o huzurlu kokuyla, yüzde tatlı bir tebessüm kalıyor... 
        Ağır ağır ilerlerken otobüs aklıma birden bir yüz düşüyor. Eskilerden. Kalbimin kapılarını açmadığım hüzünlü bir yüz... Zayıf yüzünde daima hafif bir hüzün bulunurdu. Gözleri uzaklara hep boş bakar, sanki uzaklarda birini gözlerdi. Saçları rüzgarla uçuşunca alnı aydınlanırdı. Alnında hikayesini bilmediğim derin bir yara vardı. Onun hikayesini bilmediğim ve görmediğim derin başka yaraları da vardı muhakkak... Konuştuklarını anlamazdım bazen ama dudaklarını takip ederken sarhoş olurdum. Ellerini hep havada bir şeyler çizmek için kullanırdı. Anlattıklarının resmettiği bir kalem gibiydi parmakları...
        Böyle yağmurlu bir gündü. Bir kaç sene önce, okulun son senesinde. Okulun son senesinde insanın aklı karışık olur. Öğrencilikle- hayat arasında kararsız kaldığım, geleceğe dair yüzlerce fikrin karmaşıklığında aklımın iplerini salmak üzere olduğum zamanlarda karşıma çıkmıştı. Aykut. Evet o zayıf yüzlü, hüzün bakan ve gizemli bir hikayesi olan adamın adı Aykut'tu... Herkese karşı nedensiz bir öfkesi olduğunu, kimsenin zamanını çalmak istemediğini söyler ve tüm insanlıktan tek bir dileği olduğunu söylemişti bir keresinde; konuşun. Herkesin konuşarak anlaşabileceğine inanmıştı... Kimin ya da neyin sayesinde hayatlarımız aynı dilimde kesişmişti hatırlaması güç ama onunla buluştuğum bir kaç seferden sonra hep tarifsiz bir huzur olurdu içimde. Tüm öfkesini başkalarına saklarken bana karşı sırıtmayan bir nezaketi olurdu. Daha önce ya da sonra tanıdığım eskimiş numaralarla bana sokulmaya çalışan kimseye benzemiyordu. Ne kendini saklıyordu ne de kendinden kaçıyordu. En başından beri benden hoşlandığını sözleriyle olmasa da hal ve hareketleriyle alenen belirtiyor ama bunu o kadar ölçülü yapıyordu ki arkadaş mı sevgili mi olmaya çalıştığını anlayamıyordum. Kesinlikle çok zeki ama bir o kadar tecrübesizdi. Benimle buluştuğunda dudakları kururdu. Çok konuşmazdı ama dudakları nedensiz kururdu.
        Bense ona karşı hiç "öyle" şeyler düşünmemiştim. Sadece her kadın gibi gururumu ve egomu tatlı bir şekilde, acıtmadan ve ürkütmeden okşayan bu adama karşı sebepsiz bir yakınlık duyardım. O sorana kadar asla aramızdaki bu belirsizliğe isim koymayı düşünmemiştim... Tanıştıktan bir süre sonra konuşmalarımız ve buluşmalarımız azaldı. Ben kadınlığın getirdiği o sahte ağırbaşlılıkla onu özlesem bile onun bana gelmesini bekliyordum... Beklemenin zamanı kaçırmaktan başka bir işe yaramadığını bu ve bunun  gibi bir kaç örnekten sonra ancak öğrenebildim... Kendini unutturmayı da hatırlatmayı da o kadar iyi başarıyordu ki yaşadığı hayatı merak ettiğim kadar ondan korkuyordum da... Ben dahil pek çok kadın belirsizlikten delice korkarız, ayaklarımızı yerden kesecek birini arzularız gibi laflarımıza bakmayın siz. Uçmaktan ve yükseklerden daima korkarız.
        Yüzüne her baktığımda gördüğüm o tahmin edilemez hüzün ne kadar yoğunsa o kadar cesur bakardı aynı zamanda... Hayata karşı manevraları o kadar usta işiydi ki asla yıkılmıyor ve düşmüyordu sanki. Her ne olursa olsun sadece bi' an nefes almak için duraklıyor sonra yeniden devam ediyordu. Bir keresinde bana " İki insanın birbirini tanıması imkansızdır. Herkes tanıdığını düşünmek ister çünkü tanımak gitmek için en güzel bahanedir" demişti. Ona "Seni çok iyi anlıyorum" dedikten hemen sonra bunu demiş ve gitmişti. Onu o günden sonra asla hayatın içinde görmedim.
       Sanki hayatından bir Meryem geçmemiş gibi yaşamaya devam ettiğini ise telefonumun ekranında içim içimi yerken, gizliden gizliye onun adımlarını izlerken görüyordum. Adamı sanki ben değil o beni reddetmişti. Attığı her adım sanki beni çağırıyormuş gibi hissediyordum. Yaptıklarının bir taktik mi yoksa doğal bir hayat akışımı olduğunu ne o zaman ne de şimdi anlamadım... Bazıları öyledir, o kadar samimi yaşarlar ki inanamazsın. Sanki bir rüya, ütopya gibi gelir. Ellerini havaya kaldırmış " ben gerçeğim beni gör " der hiç bıkmadan ama insan oğlu burnunun ucunu görmeden geleceğe bakmaya çalıştığı için bunu kaçırır. İnanmak istemez. Cesareti yetmez. Sonra tüm bunların bir rüya değil, gerçek olduğunu  giderken bıraktığı özlemin kokusunu duyduğumuz an anlarız ve hep geç kalırız...
        Geç kaldığımı fark ettiğimde onu aramak istedim. Onun insanların konuşması gerektiğine, ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın herkesin son bir konuşmayı hak ettiğine dair inancı aklıma gelmişti. Onunla son kez konuşmam gerek diyerek indirdiğim gururumun kapılarından geçmek üzereyken, elimdeki telefonu alan o yakın arkadaşlardan birisi "kendini aptal gösterme" sözüyle beni kandırmayı başarmış. Yolumdan çevirmişti...
        O günde, tanıştığımız gün kadar yağmurluydu... Onu o yağmurdan sonra asla düşünmemiştim. Sonra okul bitmiş farklı şehirde, farklı bir hayatın kapısını araladığımda  ardımda kalan her şey gibi onu da unutmuştum... Bu şehre döneli bir kaç ay oluyordu ama aklım tekrar yeni bir hayatı düzene sokmakla meşgulken buradaki anılarımı hatırlamakla meşgul olamıyordu. Hem onca hatıraya rağmen unuttuğum bu adamı şimdi neden hatırlamıştım? Onu sahiden unutmamış mıydım? Ya da unuttuğumu sanmış, kendimi mi kandırmıştım? Aklımda ki bu sorulara cevap bulmak gerçekten güç ama bir insanın asla unutamayacağını, unutmuş gibi yaparken hiç beklemediğimiz bir anda bilincimizin derinliklerini tetikleyen bir "şey"le birlikte hatırladığımızı öğrendim şuan. Çünkü yıllardır aklımın ucundan geçmeyen o hayat şimdi bu yağmurlu ve yorgun günde zihnimin duvarlarını zorluyordu. Bunun bir sebebi olmalıydı...
        Bunları düşünürken otobüsün kalabalık bir durağa yaklaşmaya çalıştığını fark ettim. Uzun sıranın sonunda öpüşen genç bir çifte bakan onlarca göz gördüm. Tüm bu gözlerden ben rahatsız olmuşken onların olmamasına şaşırdım. Aklıma kendi gençliğimde yaşadığım heyecanlar ve onları yaşarken gözümün o an ki heyecandan başka bir şeyi görmediği geliyor ve gülümsüyorum... Sıranın başına doğru kayan bakışlarım, onlara bakıp gülümseyen başka bir yüz daha fark ediyor... Duraksıyorum. Aklımda bir karıncalanma, kalbimde bir telaş. Sanki ben bu yüzü bir yerden anımsıyorum. Bazen öyle olur, tanıdığınız ya da daha önce tanışmış olabileceğiniz aşina bir yüzle karşılaşınca tereddüte düşer ve tuhaf hissedersiniz. Aynen öyle olmuştum...
        Yüzündeki o gülümseme bittiğinde. Aniden bastıran bir sis gibi yüzüne çöken hüzündü. Böyle bir yüzü hayatında bir kez görmüştüm ve asla unutmamıştım- unutmadığımı bir kaç dakika önce anımsamış olmam ise kainatın bana manidar bir oyunuydu elbet- Ne yapacağımı bilmeden, düşünme yetisimi kaybetmiş bir şekilde onu izliyordum. Eski bir tanıdığı görmenin tozlu heyecanı mıydı hissettiğim yoksa yıllanmış bir özlemin acımtrak hatırası mı? Bildiği tüm duygular içimde karıştırılıyor ve ağzımdan göğe çıkıyordu sanki. Dudaklarım kurumuş, gözlerim kararmıştı... Sıra ilerledikçe attığı adımları izliyor, yandan durduğunda bile bakışlarındaki o cesareti görebiliyordum. Hüzün ve cesaret aynı anda tek bir vücutta ancak bu kadar karışabilirdi...
        O vazgeçilmez olma hissinin verdiği duyguyla aklımda kendime yönelttiğim bir kaç soru buldum; "Acaba beni unutmuş muydu?" "Beni görse hatırlar mıydı?" "Onunla konuşmam gerekirse ne yapmam gerekirdi"
        Bu soruların gölgesinde zaman durmuştu sanki... O duran dakikalarda başka bir sözü geldi aklıma Aykut'un. Yine zamanla alakalı yaptıkları bir konuşmanın sonunda o  "Şimdi ne olacak" diye sormuştu ben " Zamana bırakalım, o en doğrusunu bilir" dediğimde ise hüzünlü bir gülümsemeyle birlikte " Zamana bırakmak... Bazı insanların bildiği tek bahane bu sanırım. İşin kolayına kaçmayı yaşamak sanıyorsunuz. Oysa o kadar kolay değil. Zamana bıraktığın hiç bir şeyi bıraktığın gibi geri alamazsın... Zaman akar gider ve sen kalırsın. Ben elimden geleni yaptığıma inandığım an akışına bırakırım hayatı." dedi. Göz kırptı ve gitmişti. Sanırım ne zaman geleceğini ve ne zaman gideceğini o kadar iyi biliyordu ki...
       Duran zaman yeniden akmaya başladığında kendimin de onun da zamana bıraktığımız gibi olmadığını görmüştüm. İçimde kötü bir his vardı. Her şey için çok geç olduğuna, bir kez kaybedilmiş bir hayatı yeniden kazanmanın ne kadar umutsuz olduğuna dair bir his....
      Aramızdaki tek nesne otobüsün kapısıydı. Otobüs o kadar kalabalık değildi ve otobüse binen herkesin boş koltuk aramak için başını kaldırdığında ilk beni gördüğünü hissediyor ama gözlerimi onun üzerinden alamadığım için tam emin olamıyordum. Beni fark ederse ne olacaktı?
     Sanırım bakışlarımı hissetti. Kadınlara ait olan bu özellik sanırım onda da vardı. Yabancı bir çift gözün üzerinizde izinsiz dolaştığında bünyenizin otamatik olarak alarma geçmesi gibi düşünün... Önce şüphelendi. Ruhunun titrediğini hissettim sanki. O saniyeden bile kısa süre içerisinde başını kaldırması bana bir ömür gibi geldi....
     Hüzünlü yüzü ve cesur bakışlarıyla karşılaştığımda hayat son bir oyunla beni alnımın çatından vurmuştu!

[AYKUT]
     Onu hala hatırladığımı bilmekti asıl beni öldüren, nefesimi kesen. Onu neden sevdiğimi, ondan neden vazgeçemediğimi o kadar çok sormuştum ki kendime ve asla cevabını alamamıştım o soruların. Sonra elimden geleni yaptığıma inandığım ve yorulduğum günlerden birinde onu zamanın nehrine bırakmıştım. Bir süre onu düşünmeden uyuyamaz, geceleri onunla bir kez daha karşılaşınca ona yapacağım son konuşmanın her detayını planlamadan uyuyamaz olmuştum... Acı çekmiyordum. Sadece özlüyordum. Özlemenin ne demek olduğunu ilk öğrendiğimde zaman kendini sonsuzluğa bırakmıştı ve annemi kaybetmiştim. Özlemin acısını da huzurunu da içimde o kadar çok yaşadım ki sanırım artık onu hissedemez olmuştum ve unutmuştum.
     Yıllar sonra "tesadüfen"  onunla karşılaşmak bana çok ağır geldi. Özellikle onun da bana hatırlarmış gibi bakan gözlerini görünce... Fakat bitmiş bir öyküye asla devam edilmediğini o kadar çok yaşamıştım ki, inanmak istesem de bir şeylerin en baştan devam edebileceğine inanmak o kadar güçtü ki...
     Onu görür görmez ağırlaşan zamanda onunla aklımda kalan konuşmalar ve yapamadığım konuşmalar aklıma geldi. Ona o kadar az şey söylemiştim ki. Ona karşı olan hislerimi, onunla ilgili planlarımı o kadar iyi gizlemiştim ki. Tüm o planları bir tek onunla yapmayı istediğim için kimseye de açmamıştım o kutuyu. Tüm bunları bir anda hatırlamak, zamanın ipini boğazıma dolamış ve idam sehpasının ayaklarımın altından kaydırıldığı hissi uyandırmıştı bende. Nefesim kesilmişti tam manasıyla. Ve hala o kadar güzeldi ki...
     Zaman normal seyrine döndüğünde. Ardımdaki öfkeli adamın "Hadi kardeşim devam et" deyişiyle kendime geldim. Bana "bir şey der" gibi bakıyordu. Fakat o hep öyle bakmıştı bana. Ben hep ona bir şey demek istemiştim ama diyememiştim. Her zaman sahip olduğum cesaret ona karşı korkaklık oluyordu. 
     Bir adama baktım bir de ona. Ne yapmalıydım. İçimdeki kırgınlığa mı yoksa özleme mi kulak vermeliydim. O kadar hızlı karar vermiştim ki hem ben hem de ardımdan bakan yolcular "deli" olduğumu düşünmüşlerdi.
    Otobüsten geri inmiş o yağmura bırakmıştım kendimi. Şuursuz bir şekilde yürürken ıslanan saçlarımı düzeltip " bu da unutulacak, merak etme" diyerek kendimi, içimdeki çocuğu avutuyordum sanki. Tüm bu karmaşanın içerisinde nasıl oldu aklıma buluşacağım arkadaşım geldi. Hemen telefonu çıkartıp, ıslanan tuşlara hızlıca basarak onu aradım... Uzun uzun çalarken ben hala Meryem'in etkisindeydim...
"Alo" dedi biraz bıkmış biraz öfkelenmiş bir sesle.
"Alo Abi. Ya sorma çok acil bir işim çıktı, bir dahaki sefere görüşsek" dedim. Yalan söylediğimi düşünmüyordum. İnsanın hayatı boyunca sevdiği ama unutmak zorunda kaldığı kadın kaç kez karşısına çıkıyordu! Ölmediğime dua etmeliydi bence.
      Biraz duraksadıktan sonra " Eyvallah" dedi. Sesindeki küfrü duyar gibi oldum ama umursamadım.
      Telefonu hızlıca cebime attığım anda sol omzumdan biri yakaladı.
      Her şey o kadar hızlı oldu ki hiç bir şey anlamadım. Zaman tekrar sonsuzluğa geçmişti benim için. 
     Beni sırtımdan tutmuş, çevirmiş, gözlerime bakmıştı. " Bu kez seni zamana bırakmayacağım hüzünlü rüzgarım" deyip, beni öpmüştü.
      Yıllarca hayalini kurduğun unutmaya yüz tutmuş bir an gerçekleştiğinde insanın olanı biteni anlaması o kadar uzun sürüyor ki...
      "Bana bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu. Kedi gibi bakıyordu. Islak ve bakıma muhtaç bir kedi gibi...  
      Güldüm. " Sandığımızın aksine gün herkes için yirmi-dört saatlik dilimlerden oluşmaz" dedim.
      Ne demek istediğimi ilk kez anlamıştı çünkü beni ikinci kez öpmüştü. Kol kola girip yağmurun altında o genç çift gibi öpüşmekten fırsat bulduğumuz vakitlerde birbirimizi suçlayan konuşmalarla yürümeye başladığında önce gök gürledi sonra şimşek çaktı....
     O bir saniye de annemin gülümseyen yüzünü gördüğüme yemin edebilirim size!
     [BİR DOST]
"Hiç sorma kardeşim ya. Adam avukat oldu, bir tarafı kalktı. "
"....."
"Aynen öyle, ne arar ne sorar eski dostlarını. Beyfendinin ayağına geldik bizimle görüşmüyor"


Şaban Sarı 
/Şubat 14/

25 Şubat 2014 Salı

Ruh Parçaları #148: Şair Adam'ın Kaybolan Defteri

#148 
Şair Adam'ın Kaybolan Defteri
*
Bir insanın başka bir kaderi sonsuza dek değiştirmesi mümkün. Geleceği değiştirmek için mutlaka onun kaderinde yolculuğa çıkmasına da gerek yok üstelik. Her şey o yokken dahi ustalıkla değişebiliyor.Ne tuhaf. Oysa ikisi birlikte ne güzel kadercilik oynayabilirlerdi.  26.10.13
*
Umut ettiğin gelecekler Tanrının eteğinde. Cesur bir deli ol ve kaldır o gökyüzünü! 

*
İnsan nasıl özlerse dostunu, eski bir dostunu
annesini ya da evini, ait olduğu yeri nasıl özlerse
bende o özlem gibi seviyorum, inan.
Sana hiç söylemedim, normal haberinin olmaması
Yanlış kelimelerin gölgesinde tanıştık çünkü. Şaşırma.
ve 
Bil istiyorum en son seni düşündüm.      6.1.14

*
Sabah ezanı kadar huzurlu bir ölüm son dileğim.Tek dileğim yaşamdan seni bir kez daha görmek belki şansım olursa diye istiyorum bunu da. Belki konuşuruz hatta gülümseriz, belli mi olur? Sonra.... Sonra Kuzey Işıkları kadar aydınlık. Düşünemiyorum. İlk kez oluyor bu. Körüm Tanrım! 6.1.14

*
O kadar kanlı ki elleri
mutlaka ölmüştür birileri. 7.1.14
*
Yazdığın onca kelimenin birine ait olmaması ne tuhaf şey Tanrım.  Sanki pencere önüne o güzel kuşlar için bırakılmış gibi masumlar. Üstelik göçmen kuşları bekliyor gibiyim. O kuşlar gelecekler mi Tanrım?
Kelimelerimi alenen onun göğsüne uçurduğum birine ilk kez " ne hissettiriyor" diye sordum. Yazmanın nasıl bir his olduğunu biliyorduk ama ya o kendine ait, özel kelimeleri okumak insana ne hissettiriyordu? Gerçekten bu soruyu bunca yıl hiç sormamış olmama da şaşırdım. Fakat kelimeler birine ait olamaz, soru sorulmaz Soylu Efendim! Sadece şaşırıyorum o zaman.  13.1.14 00:40
*
Mavi şapkası masumiyet renginde. Yoksul ve uykusuz üstelik çocuk. Yine de kim huzurlu değil ki bir annenin ya da kadının sıcaklığında? 13.1.14 06:40 
 *
Söyleme sakın en çok kelebek sevdiğini, kelebek kadar ömrün kaldığını. Sakın bunu da söyleme kimseye; hikayelere dokunmayı sevdiğini. 
Kelebek etkisi öldürdü geleceğimi.  19.1.14 06:15
*
Sanki zihnimin bir köşesinde pusuya yatmış, ömrümü bekleyen bir bomba gibisin. Hatırlamaya korkuyorum. Ne zaman önüme bakmasam, aklımı kaybediyorum.  19.2.14 13.10
*
Mutlak bir tesadüfe ancak falcılar inanabilir. Mutlak bir aşka ancak ölüler. Aşk ve tesadüf korkakların inancı. Oysa her şey tamamen ihtimal, aynı zamanda bulunma hali. Gerisi biraz şans biraz cesaret. 

*
Gerisini yüz yüzeyken konuşuruz. Bi' kahve? 24.2.14 01.03

Şaban Sarı




23 Şubat 2014 Pazar

AKLIMIN UCUNDAKİ GERÇEK

AKLIMIN UCUNDAKİ GERÇEK

Dün devrim oldu.
Kaybettim dediğim aklımı - yıllarca onu aradım-
nereye bıraktığımı unutmuşum, hatırladım.
Hatırlayınca devrim kaçınılmazdır.
Öyle oldu.

İçimin, yani kimsenin ellerinin kirletemediği cennetimin
kayıp anahtarını buldum.
durmadan.düşünmeden.sevmeden yaşamayı öğrendim.
Nitekim devrimden kaçamadı içim, dışım.

Sonra sabah oldu.biraz kafam bulanıktı
net hatırlamadığım saatler var geçmişimde
ama kim aklı başındayken değiştirebilir ki geleceğini?
Uyanınca ağzımda fazladan bir rüya tadı
ellerimde barut kokusu, dudaklarımda kadın kokusu.
biraz hızlı seviştim, ya da hızlı sevmiştim
hızlı akınca damarlarımdaki sıvılar, aklımı kaçırıyorum
teninin iplerini kaçırıyorum, çırılçıplak kadınları kaçırıyorum
ruhlarını.isimlerini.akıllarını kaçırıyorum.
Gözlerimi açınca devrimi kaçırıyorum.

Kendi içimdeki devrime yetişemedim, sen gördün mü?
Sence de çok değişmedi mi şehir; biraz aydınlık çokça mutluluk
az biraz hüzün mevsimi, bir kaç parça şiir ve iki üç isim. Şimdilik bunlara sahibim.

Kaybolmuşlar var. Belki unutulmuşlar. Unutmam gerekmişse haklıyımdır muhakkak!
.Öyle kalsınlar
Ama aferin Tanrı'ya yakışıklı kaderleri, güzel yollara çıkartıyor
yağmurla tenime dokunan melekleri de, adımı temize çıkartıyor.
Harika bir ekip oldu Tanrı, melekler, şiir yazılan kadınlar ve devrim.
Bahse girerim huzur kaçınılmaz, birazdan yağar üzerime.

Derken ikindi oluyor, akşama doğru unutuluyor dün.
Tanrı benimle konuşuyor, ben onunla konuşmaya bayılıyorum
diyorum; Tanrım ne zaman devrim olacak?
diyor; Hala farkında değilsin demek ki?

Gökyüzüne kafamı kaldırınca kendimi görüyorum, içimi.
Çocukluğum, güzel hatıralar. Sonra anlıyorum devrim bitmiş bile.
Bir kadın geliyor, gölgelere saklanmış.
Beni öpüyor. Cesur kadınlara bayılıyorum.
Sarılıyorum. Sarılmak devrimin ilk şartıymışçasına sarılıyorum, devriliyoruz.

İçimizdeki putları, dışımızdaki duvarları yıkıyoruz.
Birine inanmadan önce kendimize inanıyoruz,
sonra soyunup bedenlerimizi kurban ediyoruz.
Sızıyoruz. Aklımız karışık biraz. Belli.
Ama hangi aklı başında insan sever zaten birini?

Dün ya da bir kaç ömür evvel içimde devrim olmuş.
Sabah uyandığımda bir mektup buldum, uzak geleceklerden pişman bir kadın bırakmış.
Kokusu tazeydi çünkü. Belki ben çok hatırlıyordum onu.
Anladım ki, ben çoktan bağımsızlığımın tek örneğiyken, korku ağına düşmüş zarif bir kadındı o.
Yazık olmuştu güzelliğine, ziyanı yok benim için. Ya o?
Ellerime veda etmemesi ne büyük ayıptı!

Bir gün devrim oldu
kaybettiğimi sandığım her şeyi
kalbimde buldum.
Sonra?

Şaban Sarı



10 Şubat 2014 Pazartesi

Düzenbazların Düzensizliği

Düzenbazların Düzensizliği

         "Kendini ne kadar çabuk kabullenirsen o kadar kolay yokluğuna alışır, gerçekle yüzleşirsin." Suratında dünden kalma paslı sırıtışla bunu dedi. Bense o esnada yapacak bir şey olmadığına kendilerini inandırmış, uyandırılmaya kıyılmayacak insan sıkılganlığından bir parça bayat hayatla tadıyordum. Öyle sıkılmıştım ki, karşımdaki bu bozulmaya yüz tutmuş ağızdan çıkan kelimeleri anlamlı bulmuş ve cevap vermiştim.
         - Yani gerçek olmanın kuralı yok olmaktır?
         Aklından bir kaç küfür geçti dudaklarına doğru ama durdurdu. Zamana yol verdi, öncelik daima onundu. Düşünmeye ihtiyacı yoktu sadece beni zehirlemeden uyutmaya ve biraz unutmaya yetecek kelimeleri arıyor gibiydi. Cevapları hep hazırdı onun. Sadece doğru soruların en yanlış zamanda sorulmasını beklerdi o kadar. Evet. En samimi cevaplar en yanlış zamanlarda verilir çünkü insan ancak gerçeği ya çok acıdığında ya da çok öfkelendiğinde yani olmaması gereken, susulması gereken zamanda söyler. Oda öyle yapmaya hazırdı. Canı acımazdı, canımı acıtmak için gerçeği tükürecekti o kadar. " Kendini bilmektir."
         Sadece bizim değil, İsa'nın da yaşının yetmediği zamanlarda masmavi denize ve masmavi göğe bakarak bulutların kulaktan kulağa fısıldadığı o cümle Sokrates'ten sonra bu kanlı coğrafyanın sarhoş bir ağzında yaşam bulmuştu; Nosce te ipsum!. Ne kadar zaman geçerse geçsin, hangi peygamberler kendilerine ait Tanrılarla ölürse ölsün, kim kalkıp bir kütüphanenin canına kast ederse etsin ölmeyen ve unutulmayan sözler kol geziyor insanlığın bugününde, inatla. Bu lafı onun ağzına yakıştıramayanlar olacaktır. Neticede kim bir sarhoştan bilgece bir laf beklerdi ki! Ama o geceleri insanların eşit olduğuna inanıyordu. Ve kendinde istediği lafı etme hakkını, kendi içinde yaptığı kelime seçiminde - düşünce suçu sayılamaz- oy çokluğuyla elde etmişti. Kendini bildiği için olsa gerek bu seçimi çok kolay kazanmıştı. Demek ki kendini bildiğinde bir bilge ya da berduş farketmeden insan kendi seçimlerinde muhakkak kazanan oluyor...
        O bunları söylerken bense, karşımdaki yanakları dedesi yaşındaki adamla aynı odaya bırakılan masum çocuğun utanç kırmızısı olan adamın bu lafını insanlık için kısa, benim için uzun zaman diliminde, o çocuğun daha çiçek açmamış teninde intihar ederken mektubumun son cümlesi olarak kullanmayı kafama koydum ve anasının ak sütü  gibi helal olan bu rakıyı gırtlağımda damıttım. Canımı yaktı rakı, çocuğun canı yandı diye yandım. Sarhoş da dikti kafasına rakıyı " amına korum böyle düzenin" dedi tüm hiyerarşinin kulaklarını çınlatarak. Kilisenin çanları susmadan, Caminin ezanı dinmeden daha bizim rakımız bitti. Hem de daha konuşacaklarımız bitmeden. Şimdi kelimeler ne kadar sövse azdır saate. Nesi vardı saatin? Bir saniye akmayı bırakmış ve hepimiz bir anlığına kendimizden başka herkesi unutmuş, mutlu mu olmuştuk? Ama o -sarhoş- hiç mutlu değildi. Kıza sokulan o pislik gibi ağzı küfür kokuyordu. Saate bir şey olmuştu. Saat gecenin 10'unda saate bir şey oldu. Gözlerimle, rakının tadından mı yoksa aklımdaki bu saçma sapan düşüncelerden mi ağzımı yamultarak " Hayırdır " işareti çektim karşı hatta. Hat düşmek üzereyken yakaladı ve " Şimdi rakı satmaz bize büfeci Kamil. "Yok yasak" der. Bende geri gelir söverim. "Bre pezevenk, küçücük çocukların etine göz koyanlara, dilsiz hayvana işkence edenlere, benim malımı benden çalanlara, adaletini siktiğiminin adaletine yasak değil. Biz iki acemi faylasof içmek isteyince suç ha" diyeceğim kavga çıkacak. Gerek yok. Neden? Çünkü ben kendimi de biliyorum bu düzeni de. Ne yaparsam yapayım çoğunluk sessiz ve kendinden habersiz, acılar içerisinde boktan aşk  acıları çekip, karşısına geçip "seviyorum Nalan" diyemedikçe benim gibi üş beş delinin lafıyla düzelmez bu çarkına tükürdüğümünün düzensizliği. En iyisi siktir et, fikrimiz aydınlanana kadar, karanlık cümleler kuralım. Devam et...
          "Devam etmek için başlamaya değil, yarım bırakmaya ihtiyacımız olur" dedim. Ne dediğimi önce beynim, sonra dudaklarım en son karşımdaki anlamadı... Yüzüme daha önce aşina olduğum o tarifsiz aptal bakışla bakıyordu... Sonra aklına vahiy inmiş gibi gözleri parladı, yüzü aydınlandı. Bir an için peygamberliğini ilan edip " Nerde kalmıştık" diyecek sandım. Sandığımın aksine yüzüne bir hüzün çöktü. Gece gündüzün üzerine nasıl çökerse, o adam küçücük kızın bedenine nasıl çökerse öyle bir hüzündü... Hüznü uzadı... Saatin kadranına takıldı ve yüzündeki hüzün söküldükçe söküldü... Örülmekten vazgeçilmiş bir patik gibi sökülüyordu hüznü. Baştan ayağa söküldüğünde karşımda koskocaman bir kafes duruyordu... Hüzünle kaplı devasa bir kafes... Sarhoş olmadığıma yemin edebilirim ama bir sarhoşun ne yemini ne duası kabul olmaz...
          Eğilip kafesin içine baktım. Sarhoş içeride kukumav kuşu gibi tünediği kafesin parmaklıklarından aynı tarifsiz aptal bakışla bakıyordu. Fakat bu kez dediğimi anlamak değil bir şey anlatmak ister gibi bakıyordu. Karşıdan atılan kurşundan kelimeler anlaşılmadığında ya da anlaşılmayı beklenen kelimelerle vurulmadığında insandaki o bakışlar, çaresizlik içerisinde, susmanın en zor olduğu "lütfen beni anla" bakışının aynı olması... İronik bir durumun ortasında gayet traji komik bir tespit yaptım galiba. Döneceğim konu bir kafesin içerisindeki, bir kaç yudum önce sohbet ettiğim kişinin şimdi aptal bir kuş olup bana bakıyor olması. Emin değilim. Kafesin mi yoksa tespitin mi konumuz olduğundan... Bu aptal iç konuşmamı kuşun - belki de sarhoşun- sesi bozdu ama kuşça bilmiyordum. Hemen telefona sarılıp yeryüzünde artık konuşulmayan dillere meraklı arkadaşım Erkun'u aradım.
           -Alo Abi Naber ya?
           Anlamadığım bir dilde konuştu Erkun. Bir gecede bu kadar lisan ve insan yeter!
          - Abi ben seni anlamıyorum ama yardımın lazım. Sen kuşça biliyor musun?
          Sorum ilgisini çekmiş olacak ki dil ayarlarını bana ayarladı.
          -Evet bilirim. Hayırdır.  dedi
          - İnanmıcaksın, belki bu bir rüyadır ya da ben zilzurna kafayı kaçırmışım ama şuan insandan kukumav kuşuna dönmüş biriyle çok ciddi bir sohbet içerisindeyim ve  sarhoş yani kuş, kuşça konuşuyor. Bana çok ciddi bir şey söyledi ama anlamadım
          -Ne dediğin konusunda hiç bir fikrim yok. Gene o kadını düşünürken kafayı yedin di mi?
          -Hangi kadını?
          -Neyse. Ver bakayım şu şarhoşu ya da her ne sikimse telefona.
          Ahizeyi kuşa uzattım o da gagasını uzattı. Kuşça bir kaç cümle söyler söylemez ahizenin içinden Erkun'un ruhu çıktı.... Hayalettiğimiz gibi bembeyazdı Erkun. Kanı çekilmişti.
          -Abi noldu? Ne dedi. dedim. Olayın saçmalığını düşünmeden.
          Baktım Erkun Mevlevi dervişleri gibi dönmeye başladı. Döndükçe sırtında kanatları çıkmaya başladı. Kafese doğru yürüdü. Uçtu demek daha doğru olur belkide.... Kafesin önünde sırtında kanatlarla duruyor, sarhoşla konuşuyordu. Konuştukça oda bir kafesin içindeki kukumav kuşuna dönüştü...
           Etrafıma baktım. Şehir normaldi. Gökyüzüne kafamı kaldırdığımda kendimi kocaman bir kafesin içinde buldum. Neler olduğunu anlamaya çalışırken etrafıma koşturdum durdum. Ne devam edecek bir konu ne de bir hayatım kalmıştı. Çaresiz bir şekilde buraya hapsolmuştum ve deliriyordum.... Ağlamaya başladım. Canı acıyınca ya da öfkelendiğinde insan bir de ağlardı. Hem canım yanıyor hem öfkeliydim....
           Bir süre sonra kafamı kaldırdığımda o küçük kız, küçücük gelinliğiyle karşımdaydı. Önünde utanç kırmızısı kan, boynunda ölümün ip izleri.
           - Noldu! diye haykırdım.
           Avucundaki kağıt parçasını uzatttı... Kağıdı açtım. Kuşçaydı. Avucumda ters çevirdi kağıdı o minicik mosmor elleriyle. Yazı şimdi okunabiliyordu.
           " Seni engelleyen de yalnızca sensin!"
           -Ne bu? diye sormak için kafamı kaldırdığımda ne kız ne kafesler ne de Erkun yoktu ortalıkta. Sarhoş ise tam karşımda bana bakıyordu... Ağzındaki sıcaklıktan az önce bir cümle kurduğunu, kelimelerin çok uzağa gitmiş olamayacağını düşünerek "Hıh? Ne dedin abi, dalmışım kusura bakma" dedim.
           - Başlayan da devam ettiren de sensin. Dedi. Unutma ki seni engelleyen de yalnızca sensin!
           Öfkeden ve hayattan sararan dişleriyle her şeye rağmen gülüyordu sarhoş...



        Şaban Sarı
   

3 Şubat 2014 Pazartesi

Bomba Yüklü Saatler

BOMBA YÜKLÜ SAATLER
Güzelliğinde bestelenmemiş gelecekler saklı, duyuyorum
aklına dağılmış saçların hafızamı zorluyor. Biliyorsun bunu .
ve sen gündüz gözüyle sevilemeyecek kadarsın.
                                                                                           Çok güzelsin gece.
Her gece uzuyor ölümün kollarında, aklım sesinde kaldı
Avucunda birkaç ömür, birkaç hatıra
Kapımdasın. Çal. Korkma. Ben bir tek seni bekliyorum.
                                                                                        Çok özelsin şimdi.
Gözlerin susmuş, solgun bir sis gibi şehrin üzerinde.
Yağmurlu bir hikâye başlayacak birazdan göğsünde. Hissediyorum
Ellerin ceplerinde, yalnız, çıkart. Sığın inandığın sözlerimin altına
Çünkü sen
                                                                                                           Çok üşüyorsun gündüzleri.

Nostaljik bir hayalin tüm sessizliğinde gece, benimle kal. Çıkma dışarı.
O şehrin ayazına saklanmış buz gibi yüreğin, biraz kırık çokça uykusuz hem.
Mevsimin düş donduran vaktinde uyumak imkansız, içimde kal.
                                                                                                                       Çok sevip ısınacaksın birazdan.

Birazdan başlar hem nöbeti şarkıların. Hayatını devralır ellerinden,
Ömrünün ritmi yavaşlar, zamansız kalır öpüşlerin
Notalar alır aklını ve bozuk bir kaset gibi geri sarar şarkını.
Düşünme artık korkularını…
Hiç yazılmamış bir şiirsin şimdi sen.

Parça tesirli elvedalar kalır canında, ruhun kanıyor, biliyorum
Bu cinayetin faili gelecekte aranabilir mi?
Günahını ödeyecek masum yalnızlıklar vurulmuş aklından, şimdi değil!
Bana gel tam da şimdi!

Dağılmış saçların sert hayatlar içinde, darmaduman cebindeki umut taşların
Ölümün kollarında ismin öylece uzanıyor, hep aynı hikâye yazılıyor göğün ak göğsüne.
Dilinde asılı bir saat, tik tak
Zamanla kavgalı samimiyetsiz yorgun bir saat
İhanet edebilir hüznünün büyüsüne, dökülür yanaklarından sırları ömrün
Bana bırak. Zamana emanet değil güzelliğin.
                                                                                                                                    Çok değerlisin sen.


En sevdiğin şarkı olamaz geçmiş. Devam et. Yaşa.
Eskisi gibi değil yalanları insanın, kanma
Hem anlıyorsun bilmediğin lisanları da. İnanma!

Dünyanın aynasına bakınca anlıyorsun hayatın sırrını
Tam şimdi, tüm dakikalar zamansız patlayabilir;
Bomba yüklü hatıralar içinde, ölebilirsin
Bam bam…
Sakın ölme. İçimde intihar saldırıları. İçimde saatli bir sevda. 
yanlış kaderi kesme.

Şaban Sarı

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...