Pages

Ads 468x60px

21 Aralık 2016 Çarşamba

TESADÜF İNSANLARI

TESADÜF İNSANLARI
-Bir kez yelkenimiz yırtıldı diye, yeniden denize açılmayacak değiliz.
Geceyi taşıyan sarhoş yüzlerimizdeki yorgunluğun oluşturduğu sessizliği bu cümleyle bozdum. Kendi kendime dalıp gittiğim derin düşüncelerden çıkardığım bu lafla bir süre sessizliğine hareketsizlik de ekledi. Alkolün karıncalandırdığı kafalarda yankılanan bu cümleyle hep birlikte kendince düşüncelere daldık.
-Haklısın be abi, diyen Metin’in sesiyle hepimiz yeniden zamana geri döndük. Metin tüm uyuşukluğa rağmen bunu çok sakin söylemişti. Hepimiz onu bakışlarımızla daha fazla açıklama yapması konusunda baskı altına almıştık.
-Tabi öyle. Bir düşünsenize  bizi bu masada buluşturan sebepler her ne olursa olsun yılmadan girdiğimiz yollar değilse nedir? Eğer ilk kaybedişimizde oturup “ben oynamıyorum hayat” diye pes etseydik, gelişine bir yaşam sürerek hayatın sunduklarıyla yetinseydik hangimiz şuan burada oturuyor olurdu? Bırakın burada oturmayı hangimiz şuan olduğu insan olurdu?
Metin cümlelerini tamamladıktan sonra kafası karışmış bakışlarla herkes önce birbirine baktı. Masada Metin ve benden başka bir de Aylin, Fatma ve Halil vardı.
-Ne yani şimdi bizim burada olmamızın sebebi kaybedişlerimiz mi? Diye sordu Fatma.
-olabilir bunu bilemeyiz. diye cevapladım.
-bazen öyle olur bilirsiniz. Bir karar verir ve o kararın gösterdiği yolda ilerlemeye başlarız. Yolun sonunu bilemediğimiz gibi yolda karşımıza nelerin çıkacağından da asla emin olamayız. Geri de dönemeyiz artık. Kazandığımızı da kaybettiğimizi de o an anlayamıyoruz. “Kazandım!” diye bitirdiğimiz her an sonra kaybedişe dönebiliyor. Yada tam tersi olabiliyor. Bizi biz yapan bu hatıralar esnasında en ufak zorlukta vazgeçseydik ve her şeyi çantamıza koyup yaşamaktan vazgeçseydik 5 kişiden kaçı bu kavşakta şuan bu zamanı yaşıyor olurdu? Hayat sayısız mümkünatın olasılıklarının gerçekleşmesi kadar. Bu saatte bizi bu hikayeye bağlayan tüm kaybedişlerimize!
Kadehimi masanın ortasında kaldırdım. Kelimelerimi akıl süzgecinden geçiren herkes kadehini benim kadehimin yanında buluşturdu. Öpüşen bardakların çıkardığı sesi bizim dublelerimizi bitirince masaya vurduğumuz sesler tamamladı.
Rakılar tazelendi. Aylin yeni bir şarkı açıyor telefonundan. Mezelere batıp çıkan çatallar kaşıklar ağızdaki anason tadını bastırıyor. Metin’in yaktığı sigarayı gören Fatma da sigarasını uzatınca Metin onu da yakıyor. Halil peynirler uğraşırken ben boşlukta düşüncelerimi izliyorum.
-Hayat çok garip lan.  Yanında duracağımıza söz verdiğimiz kimse şuan yanımızda değil, hararetle savunduğumuz hiç bir fikre şuan ilgi duymuyoruz, geçmişten ve gelecekten hiç bir beklentimiz kalmamış. Biz bu devrin afilli kaybedenleri olmuşuz, ağlayanımız yok. O zaman bu gece hepimiz en fiyakalı kaybedişimizden bahsedelim de bizi burada buluşturan tesadüfler zincirinin en azından birer halkasını daha dostluğumuzun tarihçesine yazalım.
Masadaki sessizliği yelleyip küllenen sohbete biraz odunla gitmiş olabilirim şuan. Benzer hayatlardan sonra hepimizin birbiriyle tanışma hikayesi biraz garip aslında. Bu tanışma hikayelerinden bile ayrı birer rakı sofrası muhabbeti olur. Başta birbirinden hiç hazetmeyip şimdi sırdaş olanlarımız, başta ilkgörüşte aşkla içinde tuttuğu duyguları hiç açamadan daha iyi arkadaş olacağına inanıp dost olanlarımız, iş arkadaşları, üniversiteden tanıdıklar... Hepimiz birbirimize hayatın tesadüf iplikleriyle bağlıydık. Aramızdaki en yeni üyenin bile bizimle olması süresi 5 yıldan az değildi. Tesadüften bir ağın içinde sımsıkı birbirimize bağlıydık. Hepimiz az çok birbirimizin hikayesini biliyorduk ama belki bu sofraya özel bir anı çıkar, rakı masasında konuşulanın rakı masasında kalma ilkesine güvenip içindeki ağırlığı masaya pay edecek biri çıkar diye ve biraz da sessizlikten hazetmediğimden sormuştum bu soruyu...
Herkes kendi hayat hikayesinin içinde kaybolmuş. Kaybedişlerinin fragmanlarını gözden geçiriyordu. Anlatmaya değer bir hikaye arıyordu. Oysa aklımıza ilk gelen bizi en çok üzen ve en fiyakalı kaybedişimizdir, her zaman.
-Bir kadın vardı. diye düşüncelerimizi bölüyor Halil. 
-Düşünüyorum da 6-7 sene geçmiş üstünden ama hala aklıma ilk gelen kaybedişim bu. Güzel kaybetmiştim be! Diyerek gülüşünü rakıyla besliyor.
-üniversitenin ne olduğunu öğrendiğimiz yıllar... Küçük şehirden büyük şehre gelmiş çocuk korkusunu üzerimden gitmiş, ilişkilere dair kendime dair yeni keşiflerim tamamlanmış artık ilişkileri geliştirmeye yönelmiş, freni boşalmış kamyon gibi o duygudan o duyguya atladığım zamanların yerini biraz daha sakin ne istediğini bilen bir ben almış gibiydi. En azından o zamanlar aynaya baktığımda gördüğüm Halil buydu. Yoksa beni bilirsiniz hala şu hayatta ne bok yediğimi ben de bilmiyorum.
-Hayatta tutkuyla bağlı olup sıkılmadan yapabildiğim nadir uğraşlarımdan  birisinin kitaplar olduğunu bilmeyeniniz yok.
                Haklıydı. Aramızda en çok o okur, sohbetlerde şu yazar da bunu demiş bu da şunu söylemiş diye muhabbetimize çeşit katar, hepimize okumamız gereken kitapları tavsiyelerde bulunurdu. İçinde deli dolu olan ama dışarıdan baktığınızda kendi halinde olan biriydi Halil. Küçük çaplı bir şirketin muhasebe işlerini yürüten orta sınıf bir vatandaş işte.
-Devlet kredisinin tükendiği benim kitap krizimin tuttuğu günlerdi. Bir kaç defadır adını duyduğum bir kitabı okumayı kafaya koymuşum. Normalde kitaplığımda isteyeceğim bir kitap ama parasız olduğum için ay sonlarında gittiğim okulun kütüphanesine gittim. Bilgisayarlardan kitabın rafını belirleyip üst katlara doğru çıktım. Kitap yerinde yoktu. Görevliye sordum, kitabın henüz iade edilmediğini söyledi. Yarın iade günüymüş. İyi deyip bir başka kitap alıp kütüphaneden ayrıldım.
Ertesi gün takıntımın peşinden kütüphaye erkenden gittim. Danışmadaki koltuklardan birinde oturup dün aldığım kitabı okurken bir yandan da kapıdan girenleri gözetliyorum. Amacım kitabı alıp biraz olsun rahatlamak. Bir saaate yakın oturmuştum. Tam kalkıp gidecekken içeri  bir kadın girdi. Kahve gözleriyle etrafı süzen ve süzdüğü yerlerde sarı saçlarıyla dalgalı bir hava bırakan bir kadın. Sağ elinde tuttuğu kitabı tanıdım. Kitapları kapaklarından tanımak gibi saçma bir becerim vardı. Kitabı bitirdikten sonra aydınlanmış bir huzurla bankoya yürüdü ve kitabı iade etmek istediğini belirtti. Ben de hemen arkasından gidip bankonun üzerinde duran kitabı aldım. Kadın şaşırdı. Durumu açıkladım. Umursamaz bir “ anladım” dedi. O kitabı teslim edip kütüphaneden ayrılırken ben hemen kitabı adıma kaydettirip arkasından çıktım. “ pardon bakar mısınız” diye ardından seslendim. Sarı saçlarını savurarak deniz gözlerini bana çevirdi. Cevap vermedi. Bir süredir bu kitap hakkında yorumlarla karşılaşıyorum ve merak ettiğim bir kitap. Acaba vaktiniz var mı,  bi yerlerde bir çay içerek konuşsak “ dedim.
-Tarihteki en klişe numara diyerek Halil’i böldü Aylin. Siz erkekler başka bir yol bilmez misiniz? Tanışmaya giden yol çaydan mı geçer acaba?
Halil aylin’e sert bir bakış attı. Aylin cevabını aldı sanırım.
-Bir numara peşinde değildim. Evet kadından etkilenmiştim ama ben şuan en büyük tutkum kitabı diğer tutkum kadınlara tercih ediyorum. Okulun cafesinde bir masaya oturduk. Teklifimi kabul etmesi bile beni mutlu etmeye yetmişti.  Sadık Hidayet’in Kör Baykuşu’na buradan minnet sunuyorum. Kitabın içeriğinden, onda bıraktığı etkiden başlayarak ona dair başka bilgilerle sohbetimiz durmaksızın ilerliyordu. Yaşıttık. O felsefe öğrencisiydi. Ailesiyle yaşıyordu ve Ankara’yı çok seviyordu. Bana belli vakitlerde olan bazı sahafçı toplantılarından ve yerlerinden, mezatlardan bahsetti. Kitaba dair bilgileri sadece yazar eser eşleşmesinden ibaret değildi. Gözlerinin mavisinde bana ait bir huy görüyor, ve içinde kayboluyordum. Hala en büyük heyecanlarım ortak bir sevinçle sevdiğim yazarın kitabına dair yapabildiğim sohbetler oluyor. O zamanlar instagram falan olmadığı için kitaplar yalnızca kahvelerin yanında duran biblolar değillerdi. Şeyma da sadece merak ettiğim bir kitabı okumuş insanlardan biriydi. En azından başta öyleydi.  Birinden telefon numarası istemez, hatta insanlarla iletişim konusunda amaçlarımın dışında başarısız bile sayılabilirdim.  O gün oradan sonra iki ayrı kaderin ortasında vedalaşarak ayrı yönlere doğru gittik. Fakat o gün çok hızlı geçti, okul bitti  eve gittim. Mal gibi yatağa uzanıp sesini, gülüşünü, saçlarının havasını ve geleceği düşündüm.  İnandığım şeyler çok sınırlıydı ve aşk bunlar arasında  yoktu. Sevdiğim bir şeye ilgi duyan birine karşı arzu. Evet tam olarak bu duyguyu şuan böyle açıklayabilirim.

Aylin yine bir şey diyecek gibi oldu. Fakat Halil’in hatıralarının kapısı açılıp hızla dışarı çıkan anılar onu susturdu.

-Sanırım o günden sonra okula her gün acaba tekrar karşılaşabilecek miyiz umuduyla okula gittim. Kendime kızıyordum nolsa alışkanlıklarımın dışına çıkarak azıcık yanlış anlaşılsaydım da numarasını alsaydım. Yine de bir insanı yeterince düşünüp ve görmek istersem karşılaşmak gibi garip bir becerim olduğu için hem etrafıma çok dikkatli bakıyor hem de içimden kendimçe dualar ediyordum.
Her hatıranın acısı yeni bir hatıra bulana kadar sürer. Yeterince süre geçince her acı her umut kaybolur gider. Biz şeymayla artık yalnızca iki tesadüf insanıydık. İki üç ay geçmişti üzerinden. Ben avare avare kampüste dolaşmaya, çimlerde kitap okumaya, derslerde hiç bir zaman kullanmayacağım bilgileri öğrenmeye devam ediyordum. Şeyma’nın hatırası eskisi kadar aklımda durmuyordu.

Kusura bakmayın sizi de  kendimle boğuyorum ama yıllar sonra konuşmak ve unuttum sandığım şeylerin yerinde olduğunu bilmek çenemi düşürdü.

Herkes sorun yok dercesine kadehlerini kaldırdı. Herkesin buna benzer bir anısının da olduğu aşikardı.
-Sonra noldu ?Diye sordum
-Sonra ne mi oldu. Sonra hiç bir şey olmadı. 7 sene geçti. Bir keresinde yağmurlu bir günde okuldan çıkıp dolmuşa binip eve gitmek için koşuyordum. Kaldırımda dolmuş bekleyen bir kadın ve bir erkek vardı. Bir an gözlerim şeyma’yı görmüş gibiydi. Ama yetişmem gereken dolmuş  nedeniyle elindeki şemsiyesinin üzerinden atlayıp dolmuşa bindim. Ardıma baktım ama emin olamadım. Geçen 7 senedeki Şeyma’ya en yakın olduğum an o oldu. Soyadını bilmediğim için onu hiç bulamadım. Bölümüne gidip de arayacak gücü kendimde bulamadım. Onun bu kadar vazgeçilmez olduğunu hiç düşünmemiştim çünkü. Şimdi olsa bölümün önünde yatardım. Ama artık çok geç...
Halil’in gözleri loş ışıkta bile nemli bir şekilde parlıyordu.
Hiç birimiz ne oldu diye sormaya cesaret edemiyorduk. O biraz kendini toplayınca devam etti:
-Geçen ayki patlamayı biliyorsunuz. Görevden dönen özel harekat polislerinin servisinin geçişi sırasında kendini patlatan canlı bomba nedeniyle 10 polis hayatını kaybetmişti hani? 10 da sadece resmi bir rakam gerçeği daima büyüklerimiz bilecek.
-Diyarbakır’da olan mı?
-O gün Diyarbakırdı evet yarın neresi olur kim bilir? Neyse çok haber okuyan biri olmasam da twitterda bir resme denk gelmiştim. Bir insanı daima gözlerinden tanırım. Bakışlar asla değişmezler. İçimde bir sıkışma olup acaba mı dedim? Fotoğrafta soyismi yazan polis memurunun adını hemen sosyal medyada aradım. Ve evet karşımdaydı. 7 senedir karşılaşmayı bekledğim kadın artık yalnızca vesikalık bir fotoğraf ve bir rakamdı. “vatan sağolsun”du. “şehitler ölmez vatan bölünmez” di.  Ne olduğu bu savaşın kimin savaşı olduğu sikimde bile değildi. İnsan insana bunu yapmazdı. Tüm düşünceler, ideolojiler , siyasiler , hiç bir ırk  bunların hiç biri bir insandan daha değerli olamazdı. Kaybedilebilir olarak görülecek hayat değildi. Şeyma felsefeyi bitirmemişti. Halbuki ne kadar da severdi bölümünü. İşsiz kalacağını bildiği için akademinin açtığı sınavlara girip polis olmuş be abi. Sokayım böyle düzene ulan. Tesadüfen tanıştığım bir insanı yine tesadüfen bulmuştum. Ve sonsuza dek büyük midelerin şişmesi uğruna kaybetmiştim.
Cenazesine gittim abi. Yıllardır adını aklımda taşıdığım kadın için bunu yapabilirdim en azından. Kocatepe’de Şeyma’nın sevenlerinden çok koruma ve koruma sayısının yarısından bile  az takım elbiseli vardı.   Milletimizin ölümlerin ardından yalnızca bir fatiha kadar yas tutması, ses çıkarmaması ve bu insanların şovlarına izin vermesi kadar öfkelendiğim çok az an hatırlıyorum. Tam o esnasa tabutun başında minik bir kız çocuğu tabuta boş gözlerle bakıyordu. Ne olduğunun farkında olduğundan bile şüpheliydim. Polis üniformalı biri gelip  kıza sarıldı bir süre. Hıçkırıklarının sesi bana kadar ulaşıyordu. “ Annem nerde baba” diye soran kız çocuğuna bir kez daha sarıldı aynı adam. Şeymanın eşi ve çocuğuydu abi o tabutun başındakiler. En azından bir süre hayatın en mutlu annesi ve eşi olduğunu bilmiş olmak içimi rahatlatmıştı. Ama be abi şimdi o kıza kim kitabı sevdirecek gerçekleri anlatacaktı. Şeyma niçin ölmüştü ve yarın aynı nedensizlikte babasıda ölebilirdi. Usulsa herkesin arasından sıyrılarak üç adım ötelerine kadar ulaştım. Hiç bir şey diyemedim. Bir kez eşiyle göz  göze geldik, gözlerimi kaçırdım. İmam hakkımızı helal edip etmediğimizi sorduğunda hepimiz helal ettik, peki ya o bize hakkını helal ediyor muydu?
Ölümün bu kadar yakınımızda yaşıyor olması çok canıma dokunuyor. Hepimiz tercihlerimizle buralara geldik, tesadüfen tanıştık, kaynaştık adı her neyse bir şekilde ortak yaşamlarımızı paylaşıyoruz. Ama ölüm, her an her yerde karşılaşabileceğimiz bir ölümü böyle kim olduğu ne olduğu ne uğruna patladığı belli olmayan haybeden bir şekilde kimse kabul etmemeli....

Herkes bu kaybedişin üzerine uzun bir sessizliğe tekrar büründü. Kaybetmek yalnız aşılan bir tecrübeydi. Hepimiz halil’in bu tecrübeyi tekrar unutması için ona yeterince zaman ve rakı verdik. Ancak yırtılan yelkenle yeniden denize açılsak bile yelkenimizde daima kocaman bir yama izi bize her şeyi hatırlatacaktır.
       
Tesadüfen oturduğumuz şu masadaki herkes yarın yanımızda olmayabilir. Bunu bilerek hepsine “iyi ki varsınız lan” diyerek kadehimi kaldırdım ve ortama son bir noktayı koyduk içtiğimiz kederlerimizle.


Şaban SARI aralık16

20 Aralık 2016 Salı

SIRADAKİ DURAK

yoldayken #2

SIRADAKİ DURAK
Kapı kapanma sinyalini duyduğumda merdivenlerdeydim. Yanımdan uçarcasına koşan delikanlı da kapıyı zorlayıp açmayı başaramayınca etrafına başarısızlık bakışları atan kadın da benim gibi bir sonraki metroyu bekleyecekler. Okuldan çıkmış uzun zamandır görüşmek için fırsat kolladığım bir dostumla buluşmaya gidiyordum. Geç kalmıştım üstelik. O çoktan bir mekâna oturmuş bana mekânı konum olarak atmıştı bile. Geç kaldığım bir yer varken bile sakin bir şekilde merdivenleri bitirip devletin üzerinden sorumluluğu atmak için koyduğu emniyet çizgisinin tam önünde beklemeye başladım.
Uçan genç ve başarısızlık bakışlarını sabırsızlık bakışlarına çevirmiş kadınla birlikte birkaç kişi daha var bekleyen. Ve merdivenlerden inenler. Herkesin telaşlı bir hali var. İnsanların her zaman acele işleri varmışçasına bir yerlere yetişme çabasını anlayamıyorum. Tüm imkânları ısrarlı bir şekilde olmayacak şekillere doğru sürükleyerek bunu neden yapıyorlar, yapıyoruz… 5 dakikalık bekleme süresinde gelecekte neyi kaybetmekten korkuyor olabiliriz ki?
      Karanlığın içinde, önce sesi sonra bir yılan gibi uzayarak sıralanan vagonlarıyla metro göründü. Herkes daldığı düşünceleri ve geleceğe götüreceği telaşı toparlayıp kapıların açılmasının sabırsızlığının içine girdi. Birkaç saniye daha kaybetmeye tahammülü olmayanlar kapının denk geleceği yerlere ilerledi. Ben emniyet şeridinde sabitim hala.  Kapılar açılır açılmaz hızlı bir değiş tokuş başlıyor. İnenlere öncelik verme kuralından ve kibarlığından bir haber olan çoğunluk yüzünden binenlerin telaşı inenlerin sabırsızlığına baskın geliyor. Bir karmaşa oluşuyor. İnenlerden alınan küfürlü bakışlar, belki bir destekçisi olur ve sesi çıkar diye “cık cık cık” layanlar binenlerin umurunda olmuyor bile. Önce binenler ya da oturacak bir yer bulanlarla ötekiler farklı zamanlarda varacakları yere varacakmış gibi sanki. Anlamak güç…
    Kapı kapanma sinyalinin ardında kalanları bırakarak hareket etmeye başlıyor metro. Ayaktayım. Zaten iki durak sonra ineceğim. Tüm koltuklar dolu birkaç da benim gibi ayakta olan genç var ama günün yoğun saatlerinde olmadığımız için balık istifi vagonlardan değil. Hala oksijen solunumu yapılabiliyor en azından. Telefon ekranlarına gömülen bakışlar, dışarıya kulaklık yardımıyla kapatılan kulaklar, birbirlerini beğenen bakışlarla süzen beklentiler, uyuklayan yaşlılar, bir şeyler okuyanlar, kendini boşluk moduna almışlardan oluşan bir hayli karışık bir topluluk gözlemliyorum. Farklı hayatlar, tek bir Tanrı tablosuna sıkışmış ve bambaşka düşünceleri yaşıyorlar. Bir olay içinde ne kadar şahide sahipse o kadar farklı gerçekliğe mi sahip oluyor acaba? Bu yolculuk beni belki de bambaşka bir geleceğe taşırken iyi anlamda, bir ötekini ölüme kadar götücek bir tecrübe belki de. Hayatın güzelliği de bu farklılıkta kendine bir rol bulup onu oynayarak vakit geçirmek galiba…
      Çantamdan popüler ve bilindik bir tarza sahip dergilerden birini çıkartıyorum. Konsantre edebiyat olarak gördüğüm işler. Bir avuç insanın tekelinde adları ve puntoları değişen dergilerde yazan bu güruhun meramlarını merak ettiğimden değil, hızlı yaşamımızda tüketimi çabuk olduğu ve ortamlarda mal gibi sırıtmamak için okuyorum daha çok bunları.
            Adını anmaktan kaçınacağım fena tahlilleri olmayan bir yazarın yazısını okuyorum. İnsanların egoları altında ezilişine ve ezilmenin baskısıyla ilginç bir şekilde artan kendilerini olduğundan yukarıda görme durumuna dair bir yazı.
     Temel bir sorun aslında bu. Yıllarca istikrarlı bir şekilde kaybedip bir şanslı günde kazandığımızda bir raundu hemen güç zehirlenmesine yakalanıyoruz. Yılların kaybetmişliğinin verdiği öfke, hayal kırıklığı ve nefret patlamasıyla elimizdeki gücü, hemen en yakınımızda kullanmaya başlıyoruz. Yaşadığımız yeri mahalleyi küçülttürüyoruz önce gözümüzde. Tabiri caizse çıktığımız, kaybederken kırdığımız kabuğu artık beğenmiyoruz. Belki de temiz bir başlangıç için, kazanmanın tadını unutmadan kaybedişin ağrılarını unutmak için ardımızı özümüzü temizlemeye başlıyoruz. Ben en azından böyleydim. Çevremdeki gelip geçen arkadaşlarım da bu tarza uyan insanlardı. Balon gibi şişirdiğimiz kazanmış egolarımızın patlamasının an meselesi olduğunun farkında değiliz. Buna rağmen yine de kibirli havalarımızdan ödün vermiyoruz üstelik. Ruhumuzu amaçsızca ve nedensiz bir şekilde yalnızlık kalabalığının içine bırakıp kaçacağımız güne yaklaştıkça yaklaşıyoruz.
          Kelimelerde ilerlerken, bir yandan aklım toplumdaki bu çözülüşün nedenlerini düşünüyorum. Ortak hiçbir paydamız yok ve olabildiğine duvarlarımızı yükseltiyoruz ötekine karşı. Hoşgörüyü, samimiyeti geçtim empatiye bile yer yok. Bize yapılmasını istemediğimiz her şeyi bize yapılır nasılsa korkusuyla başkalarına yapmaktan bir an bile çekinmiyoruz.
            Sıradaki istasyon anonsunu yapan mekanik ses düşüncelerim dağılıp, gözlerim dergiden kalabalığa doğru kayıyor. Binenlerin inenlere hoşgörüsüzlüğü, sandalye kapma yarışı gibi yine aynı senaryo farklı kafalarda yaşanıyor. Yabancılarla dolu bir vagonda ve herkes kendi sınırları içerisinde mevzilenmiş. Cepheyi süzen bakışları takip ediyorum savaş alanında yolunu kaybeden bir kuş gibi. Bir kızı süzen oğlan, çocuğuna bir şeyler anlatmaya çalışan anne, uyuklayan amca, ayakta kaldığına içerleyip genç simalara ayıplayan bakışlarla mesajlar ileten teyze, güzelliğinin farkında ama dünya umurumda değil tavırlarındaki kız… konuşan sohbet eden kimse yok ama. Bir süre boşluğa paralel bakıp benim yada birkaç meraklı gözle boşlukları rahatsız edilince bir başka noktaya odaklanan sessizlikler yığını herkes. Kendi sınırları içerisinde aynı zamanı tüketen bir grup yabancı. Rönesans tablosu gibi bir anlam var ortada keşfedilmeyi bekleyen. Oysa isterdim ki aynı derginin aynı sayfasını okuyan iki tesadüf olarak konuşabilelim, gülelim boşluğa somurtmak yerine. Olması gereken iyi şeylerin yalnızca içimizde bir ütopya olmamasını dilerdim.
            Teknolojiye paralel gelişen bir iletişim kıtlığında dediğim gibi konsantre edebiyata, hayal ettiğimiz yaşamı yaşayanların fotoğraflarına odaklı yaşıyoruz, o kadar. Teknolojik imkanlar eşiğinde tembelliğimizde bir arpa boyu yol alacak güç yok. Dokunmadan, işitmeden ve hiç yaşayamadan geçip giden zamanın uçsuz bucaksız imkanlarını birkaç inçlik ekranlara sokuşturmak da nereye kadar taşıyacak ruhumuzu. İki duraklık yolculuğum isyan fikirlerine dönüştü, tehlikeli bir hal almaya başladılar. Susmakta yarar var…
            Tüm sırlarımızı, sevdiğimizi, eleştirdiğimizi döküyoruz vitrinimize. Neden? Anlaşılmak için. Ben konuşmayayım ama bakın işte elimdekiler  beni bunlardan anlayın. Sessiz bir filmi izleyerek ne kadar anlaşılırsa o kadar anlayın. Eksik olsa da yeter anla beni ey insan, der gibiyiz. Toplumdan alınacak birkaç yüzlük onay beni anlaşılma tokluğuna ulaştıracak mı ey Tanrım. Bilmiyorum.Aklım almıyor. Düşüncelerime küçük geliyor konuştuklarım. Yaşama sığmıyor hayaller. 
            Aynı mekanik ses beni geleceğim yere varmak üzere olduğumuz konusunda uyarınca dergiyi çantama, aklımdaki fikirleri yeniden karanlık bir köşeye atıyorum. Tren duruyor. Kapılar açılır açılmaz benzer bir senaryo… Ah…  Tenha bir boşluk anında sakince iniyorum. Treni içindeki gelecek ihtimalleriyle karanlığa uğurlarken ben aydınlığa doğru çıkan bir merdivene biniyorum.  Yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri kullanırken, kapı kapanma sinyalinden önce koltuğa kavuşmak isteyen birinin omzuyla sarsılıp “pardon” diyorum.  Cevap gelmiyor tabiki. Ben yoluma devam ediyorum.  Bu toplumun hiçbir yerine tutunamayacağımdan adım gibi emin bir şekilde geç kaldığım randevuma aheste aheste gidiyorum. İçine sıkışıp kaldığım, ne onun gibi olduğum ne de ondan ayrılabildiğim tanıdık kalabalığında içinde bende sıradanlaşıp gidiyorum.
Şaban SARI *101116*

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...