Pages

Ads 468x60px

20 Aralık 2016 Salı

SIRADAKİ DURAK

yoldayken #2

SIRADAKİ DURAK
Kapı kapanma sinyalini duyduğumda merdivenlerdeydim. Yanımdan uçarcasına koşan delikanlı da kapıyı zorlayıp açmayı başaramayınca etrafına başarısızlık bakışları atan kadın da benim gibi bir sonraki metroyu bekleyecekler. Okuldan çıkmış uzun zamandır görüşmek için fırsat kolladığım bir dostumla buluşmaya gidiyordum. Geç kalmıştım üstelik. O çoktan bir mekâna oturmuş bana mekânı konum olarak atmıştı bile. Geç kaldığım bir yer varken bile sakin bir şekilde merdivenleri bitirip devletin üzerinden sorumluluğu atmak için koyduğu emniyet çizgisinin tam önünde beklemeye başladım.
Uçan genç ve başarısızlık bakışlarını sabırsızlık bakışlarına çevirmiş kadınla birlikte birkaç kişi daha var bekleyen. Ve merdivenlerden inenler. Herkesin telaşlı bir hali var. İnsanların her zaman acele işleri varmışçasına bir yerlere yetişme çabasını anlayamıyorum. Tüm imkânları ısrarlı bir şekilde olmayacak şekillere doğru sürükleyerek bunu neden yapıyorlar, yapıyoruz… 5 dakikalık bekleme süresinde gelecekte neyi kaybetmekten korkuyor olabiliriz ki?
      Karanlığın içinde, önce sesi sonra bir yılan gibi uzayarak sıralanan vagonlarıyla metro göründü. Herkes daldığı düşünceleri ve geleceğe götüreceği telaşı toparlayıp kapıların açılmasının sabırsızlığının içine girdi. Birkaç saniye daha kaybetmeye tahammülü olmayanlar kapının denk geleceği yerlere ilerledi. Ben emniyet şeridinde sabitim hala.  Kapılar açılır açılmaz hızlı bir değiş tokuş başlıyor. İnenlere öncelik verme kuralından ve kibarlığından bir haber olan çoğunluk yüzünden binenlerin telaşı inenlerin sabırsızlığına baskın geliyor. Bir karmaşa oluşuyor. İnenlerden alınan küfürlü bakışlar, belki bir destekçisi olur ve sesi çıkar diye “cık cık cık” layanlar binenlerin umurunda olmuyor bile. Önce binenler ya da oturacak bir yer bulanlarla ötekiler farklı zamanlarda varacakları yere varacakmış gibi sanki. Anlamak güç…
    Kapı kapanma sinyalinin ardında kalanları bırakarak hareket etmeye başlıyor metro. Ayaktayım. Zaten iki durak sonra ineceğim. Tüm koltuklar dolu birkaç da benim gibi ayakta olan genç var ama günün yoğun saatlerinde olmadığımız için balık istifi vagonlardan değil. Hala oksijen solunumu yapılabiliyor en azından. Telefon ekranlarına gömülen bakışlar, dışarıya kulaklık yardımıyla kapatılan kulaklar, birbirlerini beğenen bakışlarla süzen beklentiler, uyuklayan yaşlılar, bir şeyler okuyanlar, kendini boşluk moduna almışlardan oluşan bir hayli karışık bir topluluk gözlemliyorum. Farklı hayatlar, tek bir Tanrı tablosuna sıkışmış ve bambaşka düşünceleri yaşıyorlar. Bir olay içinde ne kadar şahide sahipse o kadar farklı gerçekliğe mi sahip oluyor acaba? Bu yolculuk beni belki de bambaşka bir geleceğe taşırken iyi anlamda, bir ötekini ölüme kadar götücek bir tecrübe belki de. Hayatın güzelliği de bu farklılıkta kendine bir rol bulup onu oynayarak vakit geçirmek galiba…
      Çantamdan popüler ve bilindik bir tarza sahip dergilerden birini çıkartıyorum. Konsantre edebiyat olarak gördüğüm işler. Bir avuç insanın tekelinde adları ve puntoları değişen dergilerde yazan bu güruhun meramlarını merak ettiğimden değil, hızlı yaşamımızda tüketimi çabuk olduğu ve ortamlarda mal gibi sırıtmamak için okuyorum daha çok bunları.
            Adını anmaktan kaçınacağım fena tahlilleri olmayan bir yazarın yazısını okuyorum. İnsanların egoları altında ezilişine ve ezilmenin baskısıyla ilginç bir şekilde artan kendilerini olduğundan yukarıda görme durumuna dair bir yazı.
     Temel bir sorun aslında bu. Yıllarca istikrarlı bir şekilde kaybedip bir şanslı günde kazandığımızda bir raundu hemen güç zehirlenmesine yakalanıyoruz. Yılların kaybetmişliğinin verdiği öfke, hayal kırıklığı ve nefret patlamasıyla elimizdeki gücü, hemen en yakınımızda kullanmaya başlıyoruz. Yaşadığımız yeri mahalleyi küçülttürüyoruz önce gözümüzde. Tabiri caizse çıktığımız, kaybederken kırdığımız kabuğu artık beğenmiyoruz. Belki de temiz bir başlangıç için, kazanmanın tadını unutmadan kaybedişin ağrılarını unutmak için ardımızı özümüzü temizlemeye başlıyoruz. Ben en azından böyleydim. Çevremdeki gelip geçen arkadaşlarım da bu tarza uyan insanlardı. Balon gibi şişirdiğimiz kazanmış egolarımızın patlamasının an meselesi olduğunun farkında değiliz. Buna rağmen yine de kibirli havalarımızdan ödün vermiyoruz üstelik. Ruhumuzu amaçsızca ve nedensiz bir şekilde yalnızlık kalabalığının içine bırakıp kaçacağımız güne yaklaştıkça yaklaşıyoruz.
          Kelimelerde ilerlerken, bir yandan aklım toplumdaki bu çözülüşün nedenlerini düşünüyorum. Ortak hiçbir paydamız yok ve olabildiğine duvarlarımızı yükseltiyoruz ötekine karşı. Hoşgörüyü, samimiyeti geçtim empatiye bile yer yok. Bize yapılmasını istemediğimiz her şeyi bize yapılır nasılsa korkusuyla başkalarına yapmaktan bir an bile çekinmiyoruz.
            Sıradaki istasyon anonsunu yapan mekanik ses düşüncelerim dağılıp, gözlerim dergiden kalabalığa doğru kayıyor. Binenlerin inenlere hoşgörüsüzlüğü, sandalye kapma yarışı gibi yine aynı senaryo farklı kafalarda yaşanıyor. Yabancılarla dolu bir vagonda ve herkes kendi sınırları içerisinde mevzilenmiş. Cepheyi süzen bakışları takip ediyorum savaş alanında yolunu kaybeden bir kuş gibi. Bir kızı süzen oğlan, çocuğuna bir şeyler anlatmaya çalışan anne, uyuklayan amca, ayakta kaldığına içerleyip genç simalara ayıplayan bakışlarla mesajlar ileten teyze, güzelliğinin farkında ama dünya umurumda değil tavırlarındaki kız… konuşan sohbet eden kimse yok ama. Bir süre boşluğa paralel bakıp benim yada birkaç meraklı gözle boşlukları rahatsız edilince bir başka noktaya odaklanan sessizlikler yığını herkes. Kendi sınırları içerisinde aynı zamanı tüketen bir grup yabancı. Rönesans tablosu gibi bir anlam var ortada keşfedilmeyi bekleyen. Oysa isterdim ki aynı derginin aynı sayfasını okuyan iki tesadüf olarak konuşabilelim, gülelim boşluğa somurtmak yerine. Olması gereken iyi şeylerin yalnızca içimizde bir ütopya olmamasını dilerdim.
            Teknolojiye paralel gelişen bir iletişim kıtlığında dediğim gibi konsantre edebiyata, hayal ettiğimiz yaşamı yaşayanların fotoğraflarına odaklı yaşıyoruz, o kadar. Teknolojik imkanlar eşiğinde tembelliğimizde bir arpa boyu yol alacak güç yok. Dokunmadan, işitmeden ve hiç yaşayamadan geçip giden zamanın uçsuz bucaksız imkanlarını birkaç inçlik ekranlara sokuşturmak da nereye kadar taşıyacak ruhumuzu. İki duraklık yolculuğum isyan fikirlerine dönüştü, tehlikeli bir hal almaya başladılar. Susmakta yarar var…
            Tüm sırlarımızı, sevdiğimizi, eleştirdiğimizi döküyoruz vitrinimize. Neden? Anlaşılmak için. Ben konuşmayayım ama bakın işte elimdekiler  beni bunlardan anlayın. Sessiz bir filmi izleyerek ne kadar anlaşılırsa o kadar anlayın. Eksik olsa da yeter anla beni ey insan, der gibiyiz. Toplumdan alınacak birkaç yüzlük onay beni anlaşılma tokluğuna ulaştıracak mı ey Tanrım. Bilmiyorum.Aklım almıyor. Düşüncelerime küçük geliyor konuştuklarım. Yaşama sığmıyor hayaller. 
            Aynı mekanik ses beni geleceğim yere varmak üzere olduğumuz konusunda uyarınca dergiyi çantama, aklımdaki fikirleri yeniden karanlık bir köşeye atıyorum. Tren duruyor. Kapılar açılır açılmaz benzer bir senaryo… Ah…  Tenha bir boşluk anında sakince iniyorum. Treni içindeki gelecek ihtimalleriyle karanlığa uğurlarken ben aydınlığa doğru çıkan bir merdivene biniyorum.  Yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri kullanırken, kapı kapanma sinyalinden önce koltuğa kavuşmak isteyen birinin omzuyla sarsılıp “pardon” diyorum.  Cevap gelmiyor tabiki. Ben yoluma devam ediyorum.  Bu toplumun hiçbir yerine tutunamayacağımdan adım gibi emin bir şekilde geç kaldığım randevuma aheste aheste gidiyorum. İçine sıkışıp kaldığım, ne onun gibi olduğum ne de ondan ayrılabildiğim tanıdık kalabalığında içinde bende sıradanlaşıp gidiyorum.
Şaban SARI *101116*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...