yoldayken #2
SIRADAKİ DURAK
Kapı
kapanma sinyalini duyduğumda merdivenlerdeydim. Yanımdan uçarcasına koşan
delikanlı da kapıyı zorlayıp açmayı başaramayınca etrafına başarısızlık
bakışları atan kadın da benim gibi bir sonraki metroyu bekleyecekler. Okuldan
çıkmış uzun zamandır görüşmek için fırsat kolladığım bir dostumla buluşmaya
gidiyordum. Geç kalmıştım üstelik. O çoktan bir mekâna oturmuş bana mekânı
konum olarak atmıştı bile. Geç kaldığım bir yer varken bile sakin bir şekilde
merdivenleri bitirip devletin üzerinden sorumluluğu atmak için koyduğu emniyet
çizgisinin tam önünde beklemeye başladım.
Uçan
genç ve başarısızlık bakışlarını sabırsızlık bakışlarına çevirmiş kadınla
birlikte birkaç kişi daha var bekleyen. Ve merdivenlerden inenler. Herkesin
telaşlı bir hali var. İnsanların her zaman acele işleri varmışçasına bir
yerlere yetişme çabasını anlayamıyorum. Tüm imkânları ısrarlı bir şekilde
olmayacak şekillere doğru sürükleyerek bunu neden yapıyorlar, yapıyoruz… 5
dakikalık bekleme süresinde gelecekte neyi kaybetmekten korkuyor olabiliriz ki?
Karanlığın içinde, önce sesi sonra bir yılan gibi
uzayarak sıralanan vagonlarıyla metro göründü. Herkes daldığı düşünceleri ve
geleceğe götüreceği telaşı toparlayıp kapıların açılmasının sabırsızlığının
içine girdi. Birkaç saniye daha kaybetmeye tahammülü olmayanlar kapının denk
geleceği yerlere ilerledi. Ben emniyet şeridinde sabitim hala. Kapılar açılır açılmaz hızlı bir değiş tokuş
başlıyor. İnenlere öncelik verme kuralından ve kibarlığından bir haber olan
çoğunluk yüzünden binenlerin telaşı inenlerin sabırsızlığına baskın geliyor.
Bir karmaşa oluşuyor. İnenlerden alınan küfürlü bakışlar, belki bir destekçisi
olur ve sesi çıkar diye “cık cık cık” layanlar binenlerin umurunda olmuyor bile.
Önce binenler ya da oturacak bir yer bulanlarla ötekiler farklı zamanlarda
varacakları yere varacakmış gibi sanki. Anlamak güç…
Kapı kapanma sinyalinin ardında kalanları bırakarak
hareket etmeye başlıyor metro. Ayaktayım. Zaten iki durak sonra ineceğim. Tüm
koltuklar dolu birkaç da benim gibi ayakta olan genç var ama günün yoğun
saatlerinde olmadığımız için balık istifi vagonlardan değil. Hala oksijen
solunumu yapılabiliyor en azından. Telefon ekranlarına gömülen bakışlar,
dışarıya kulaklık yardımıyla kapatılan kulaklar, birbirlerini beğenen
bakışlarla süzen beklentiler, uyuklayan yaşlılar, bir şeyler okuyanlar, kendini
boşluk moduna almışlardan oluşan bir hayli karışık bir topluluk gözlemliyorum.
Farklı hayatlar, tek bir Tanrı tablosuna sıkışmış ve bambaşka düşünceleri
yaşıyorlar. Bir olay içinde ne kadar şahide sahipse o kadar farklı gerçekliğe
mi sahip oluyor acaba? Bu yolculuk beni belki de bambaşka bir geleceğe taşırken
iyi anlamda, bir ötekini ölüme kadar götücek bir tecrübe belki de. Hayatın
güzelliği de bu farklılıkta kendine bir rol bulup onu oynayarak vakit geçirmek
galiba…
Çantamdan popüler ve bilindik bir tarza sahip dergilerden
birini çıkartıyorum. Konsantre edebiyat olarak gördüğüm işler. Bir avuç insanın
tekelinde adları ve puntoları değişen dergilerde yazan bu güruhun meramlarını
merak ettiğimden değil, hızlı yaşamımızda tüketimi çabuk olduğu ve ortamlarda
mal gibi sırıtmamak için okuyorum daha çok bunları.
Adını anmaktan kaçınacağım fena tahlilleri olmayan bir
yazarın yazısını okuyorum. İnsanların egoları altında ezilişine ve ezilmenin
baskısıyla ilginç bir şekilde artan kendilerini olduğundan yukarıda görme
durumuna dair bir yazı.
Temel bir sorun aslında bu. Yıllarca istikrarlı bir
şekilde kaybedip bir şanslı günde kazandığımızda bir raundu hemen güç
zehirlenmesine yakalanıyoruz. Yılların kaybetmişliğinin verdiği öfke, hayal
kırıklığı ve nefret patlamasıyla elimizdeki gücü, hemen en yakınımızda
kullanmaya başlıyoruz. Yaşadığımız yeri mahalleyi küçülttürüyoruz önce
gözümüzde. Tabiri caizse çıktığımız, kaybederken kırdığımız kabuğu artık
beğenmiyoruz. Belki de temiz bir başlangıç için, kazanmanın tadını unutmadan
kaybedişin ağrılarını unutmak için ardımızı özümüzü temizlemeye başlıyoruz. Ben
en azından böyleydim. Çevremdeki gelip geçen arkadaşlarım da bu tarza uyan
insanlardı. Balon gibi şişirdiğimiz kazanmış egolarımızın patlamasının an
meselesi olduğunun farkında değiliz. Buna rağmen yine de kibirli havalarımızdan
ödün vermiyoruz üstelik. Ruhumuzu amaçsızca ve nedensiz bir şekilde yalnızlık
kalabalığının içine bırakıp kaçacağımız güne yaklaştıkça yaklaşıyoruz.
Kelimelerde ilerlerken, bir yandan aklım toplumdaki bu
çözülüşün nedenlerini düşünüyorum. Ortak hiçbir paydamız yok ve olabildiğine
duvarlarımızı yükseltiyoruz ötekine karşı. Hoşgörüyü, samimiyeti geçtim
empatiye bile yer yok. Bize yapılmasını istemediğimiz her şeyi bize yapılır
nasılsa korkusuyla başkalarına yapmaktan bir an bile çekinmiyoruz.
Sıradaki
istasyon anonsunu yapan mekanik ses düşüncelerim dağılıp, gözlerim dergiden
kalabalığa doğru kayıyor. Binenlerin inenlere hoşgörüsüzlüğü, sandalye kapma
yarışı gibi yine aynı senaryo farklı kafalarda yaşanıyor. Yabancılarla dolu bir
vagonda ve herkes kendi sınırları içerisinde mevzilenmiş. Cepheyi süzen
bakışları takip ediyorum savaş alanında yolunu kaybeden bir kuş gibi. Bir kızı
süzen oğlan, çocuğuna bir şeyler anlatmaya çalışan anne, uyuklayan amca, ayakta
kaldığına içerleyip genç simalara ayıplayan bakışlarla mesajlar ileten teyze,
güzelliğinin farkında ama dünya umurumda değil tavırlarındaki kız… konuşan
sohbet eden kimse yok ama. Bir süre boşluğa paralel bakıp benim yada birkaç
meraklı gözle boşlukları rahatsız edilince bir başka noktaya odaklanan
sessizlikler yığını herkes. Kendi sınırları içerisinde aynı zamanı tüketen bir
grup yabancı. Rönesans tablosu gibi bir anlam var ortada keşfedilmeyi bekleyen.
Oysa isterdim ki aynı derginin aynı sayfasını okuyan iki tesadüf olarak
konuşabilelim, gülelim boşluğa somurtmak yerine. Olması gereken iyi şeylerin
yalnızca içimizde bir ütopya olmamasını dilerdim.
Teknolojiye paralel gelişen bir iletişim kıtlığında
dediğim gibi konsantre edebiyata, hayal ettiğimiz yaşamı yaşayanların
fotoğraflarına odaklı yaşıyoruz, o kadar. Teknolojik imkanlar eşiğinde
tembelliğimizde bir arpa boyu yol alacak güç yok. Dokunmadan, işitmeden ve hiç
yaşayamadan geçip giden zamanın uçsuz bucaksız imkanlarını birkaç inçlik
ekranlara sokuşturmak da nereye kadar taşıyacak ruhumuzu. İki duraklık
yolculuğum isyan fikirlerine dönüştü, tehlikeli bir hal almaya başladılar. Susmakta
yarar var…
Tüm sırlarımızı, sevdiğimizi, eleştirdiğimizi döküyoruz
vitrinimize. Neden? Anlaşılmak için. Ben konuşmayayım ama bakın işte
elimdekiler beni bunlardan anlayın.
Sessiz bir filmi izleyerek ne kadar anlaşılırsa o kadar anlayın. Eksik olsa da
yeter anla beni ey insan, der gibiyiz. Toplumdan alınacak birkaç yüzlük onay
beni anlaşılma tokluğuna ulaştıracak mı ey Tanrım. Bilmiyorum.Aklım almıyor.
Düşüncelerime küçük geliyor konuştuklarım. Yaşama sığmıyor hayaller.
Aynı mekanik ses beni geleceğim yere varmak üzere
olduğumuz konusunda uyarınca dergiyi çantama, aklımdaki fikirleri yeniden
karanlık bir köşeye atıyorum. Tren duruyor. Kapılar açılır açılmaz benzer bir
senaryo… Ah… Tenha bir boşluk anında sakince
iniyorum. Treni içindeki gelecek ihtimalleriyle karanlığa uğurlarken ben
aydınlığa doğru çıkan bir merdivene biniyorum. Yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri
kullanırken, kapı kapanma sinyalinden önce koltuğa kavuşmak isteyen birinin
omzuyla sarsılıp “pardon” diyorum. Cevap
gelmiyor tabiki. Ben yoluma devam ediyorum.
Bu toplumun hiçbir yerine tutunamayacağımdan adım gibi emin bir şekilde
geç kaldığım randevuma aheste aheste gidiyorum. İçine sıkışıp kaldığım, ne onun
gibi olduğum ne de ondan ayrılabildiğim tanıdık kalabalığında içinde bende
sıradanlaşıp gidiyorum.
Şaban SARI
*101116*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder