Pages

Ads 468x60px

27 Şubat 2014 Perşembe

BİTMEYEN ÖYKÜ

BİTMEYEN ÖYKÜ
  " -Kalbinde nasılsa öyledir 
-kız bana hasta"                
Balans & Manevra

[Yağmurlu ve Soğuk ]

        "Sanılanın aksine bir gün herkes için yirmi-dört saat diliminden oluşmaz..."
        Aykut durağa doğru ilerlerken birer birer ardında bıraktığı ya da birer ikişer onun önüne geçen insanlara bakınca bunu düşündü kendi kendine. Hayat herkes için aynı hızla akmıyordu çünkü... Onun bu soğuk ve birazdan başlaması muhtemel yağmuruyla daha da beter bir hal alacak günü, sanki ellinci saatini devirmek üzereydi...Bundan daha uzun ama hatırlamak istemediği günleri olmuştu. Mesela; üç yıl önce annesi için bir an süren - hayat kaç saatlik dilimlerle yaşarsanız yaşayın o bir anlık ölümle sıfırlanıyor-, sarhoş şoför için yalnızca altı aya tekabül eden - evet bir canı almak yalnızca altı ay sürmüş sonra yirmi-dört saatlik alkol seansları devam etmişti- ve Aykut için sonsuzlukta ilerleyen -buna tanım bulmak çok güç...- martın on-üçü öyleydi..             Zaman hesaplanmakla kaybedilmeyecek kadar kıymetliydi ama o sabahtan beri davadan davaya koşmuş; müvekkillerini dinlemiş; savunmalar hazırlamış; yemek yemeyi unutmuş; annesi için dua etmeye ise zar zor vakit bulabilmişken uzun zamandır görüşmediği, sevdiği eski bir arkadaşı şehre geldiğini ve müsaitse onunla görüşmek istediğini söylemişti. Müsait değildi fakat bazen insanlar yalan söylemeyi doğru söylemeye tercih ederler. Başkasının kendi hakkında yanlış düşüneceğinden korktuğu için yalan söyleyerek ismini temizlemeye çalışır. O da aynen öyle yapmıştı. "Avukat oldun, bir tarafın kalktı aradığın sorduğun yok birde ayağına kadar gelmişken görüşmüyorsun" demesin diye, akşam birasını ve patlamış mısırını alıp bir film izleme ya da yarım kalan bir kitabı okuma hayallerini ertelemeyi tercih etti... 
        Durağa doğru yürüyordu. Yağmur çoktan başlamış, saçları hafiften ıslanmaya başlamıştı. Annesi görse muhakkak ihtiyatsızlığı yüzünden ona kızgın bir şekilde bakardı. " Keşke hayatta olsaydı da kızsaydı" diye içinden geçirirken, binmesi gereken otobüs hızla yanından geçti... "Hassiktir". Yorgun, ıslak ve yapmak istemediği bir şeyi yapmak üzere olan Aykut'un ağzından bu kadar masum bir küfür duymak şaşırtıcı... Annesi küfür etmesinden hoşlanmazdı çünkü.
        Durağa geldiğinde otobüse binip giden insanların yerlerini yeni insanlar çoktan almışlardı bile.  Belki sıranın başındaki da saniyelerle kaçırmıştı otobüsü, kim bilir. Yüzlerine baktığında hepsinin ayrı hikayelerin kahramanları olduğunu ama bir şekilde - gözüyle teker teker sayıyor - bu on kişi, şimdi'nin hikayesinde aynı satırları paylaşıyorlar.
        Bu bir tesadüf mü?
        Eğer biraz hızlı yürüse, belki trafik olsa o otobüse yetişecek ve başka on kişinin hikayelerine ortak olacaktı. Olmadı. Hayat bazen tıpkı bu otobüs durağındaki gibiydi.Gelenlerin ve gidenlerin adlarını bırakıp gittiği, insanların otobüslere binip birbirlerinin hayatlarına girdiği ya da çıktığı, tesadüfün değil, seçimlerin ve olasılıkların neden olduğu bu ihtimaller durağı... Bir şekilde, seçimleriyle, kaybedişleriyle - belki kazandıklarının henüz farkında değiller- , kazandıkları - kaybettiklerini yıllar sonra anlayıncaya kadar böyle düşündükleri tecrübeler onları buraya getirdi.
        Hayatı boyunca hep sebeplere inandığı için sonuçları kaçıran Aykut, sebepleri  düşünürken geç kaldı hayatına... Bir yerlerde ona da geç kalan biri vardı. Belki o erken gitmişti. Cevabını bulabilseydi bu sorunun, keşke. Emin olduğu ise; hepimiz aynı torbanın içindeki o kırmızı-mavi-sarı toplarız ve birlikte olma şansımız sonsuz olasılıklara bağlı olduğu. Yani hepimiz birbirimizin ihtimali, hikayesinde kahramanıyız... Bu sadece şansla açıklanabilecek parametreler eğrisi. Öyle ya da böyle kesişen yollara benzetiyor kaderleri Aykut. Ona göre yolları okuyabilen usta bir sürücü olur, kaderleri çözebilense mutlu bir insan. Ardında biriken bir kaç kişiye doğru baktığında da aynı şeyleri düşünmeye devam ediyordu... 
        Yağmur şiddetini arttırdığında insanlar kendilerini ondan korumaya çalışıyorlardı. Ne kadar tuhaftı. Yalnız olmasalar belki de yağmura sövmez ondan romantik fırsatlar yaratırlardı. Bazılarına samimi gelen bu romantik bahaneler, kimileri için klişeden öteye gidemiyor ne yazık ki. Belki de önemli olan herkesin klişesinin, kendi hayatına özel kılmaktır? Kim bilir...
        İşte sıranın sonunda genç bir çift. Birbirlerine yakışıyorlar üstelik. Gözlerindeki o heyecan ellerine geçmiş, belkide üşüyorlar çünkü titriyorlar. Kızın birbirine yapışan siyah saçlarını düzeltti önce erkek... Bi' an durdu gözlerine baktı kızın, gülümsedi. Kızın yüzündeki tedirgin ama arzulu bakış yerini "olur"a bıraktığında erkek kıza, kız erkeğe yaklaşmaya başlamışlardı. Görünmez bir mıknatısın çekimine kapılmışlardı... Dudakları birbirine değdiğinde gök gürültüsüne karışan yağmur şiddetini arttırdı. Hepimiz başımızı korumaya alırken onlar yeryüzündeki son anlarıymışçasına öpüşüyorlardı. Onları ayıplayan - ayıplamak aslında yapmak istediği bir eylemi gerçekleştiremeyen acizlerin yöntemiydi- ve benim gibi içten içe aşka sahip çıktıkları için onları takdir eden bakışlara aldırmadan zamanı durdurdular. Onlar için gün yirmi-dört saatten bir ömre geçmişti.... Otobüs öfkeli bir amca gibi durağa yanaşıp kapıları ağız gibi açılıp "pıss" diye ses çıkardığında ayrıldılar. Aramıza dönmüşlerdi. Utanç kırmızısı, heyecan mavisi ve gelecek yeşili aynı anda yüzlerindeydi... Sıra ağır ağır ilerleyen Aykut onların bu haline gülümserken olacaklardan habersizdi... 
        Bazen öyle olur. Zamanın avlusuna bırakıp, ardına bile bakmadan kaçtığın bir şey, an ve  ya kişi sanki yıllarca seni aradıktan sonra - sen varlığını çoktan unutmuşken- seni bulur ve bir anda karşına dikilir. Aykut'un da bu yağmurlu ve soğuk günü o tarz günlerdendi. Otobüse adımını attığında içinde bir karıncalanma hissetti... Biri ona bakıyordu sanki. Başını kaldırdığında her şey için çok geçti, zaman son bir oyunla onu alnının çatından vurmuştu....

         [Meryem]
        Başlarını telefonlarına gömmüş onlarca insana bakıyorum... Elektronik dünyalarına yöneldiklerinde gerçek dünyanın tüm sorunlarına kapanıyorlar. Böylelikle sanki o sorunlar yokmuşçasına yaşarken, suni bir hayattan faydalanarak yaşamlarını sürebiliyorlar...
        Baksanıza, kulaklığında çalan ağır rock müziğin ileride ona ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, "carpe diem" diyen şu siyah tişörtlü küpeli çocuğa... Peki ya onun önündeki en fazla 16 yaşındaki lise öğrencisi kıza ne demeli... Dudaklarındaki annesi yaşındaki kadınların bile sürmekte tereddüt edeceği kıpkırmızı ruja, saçlarındaki boyaya ve önündeki ekrana tüm hızıyla cevap yetiştirmeye çalışmasına... Bir diğer tarafta yarı bilinçli bir halde seyreden amcaya ne demeli. Tüm bu teknolojik kablosuz yaşamın ortasında, Azrail'in ziyaretine kadar kestirmek isteyip, boşvermişliğine. Belki oda kızıyordur tüm bu duygusuz dokunuşlara. Malum onun zamanında yoktu böyle şeyler... Annesine bugün okulda yaptıklarını tüm bilmişliğiyle anlatan küçük kız ve onu  yorgun bir iş-gününün ardından ağırlaşan zihniyle dinlemeye çalışırken bir yandan da ay sonuna kadar nasıl dayanacaklarını düşünen anne... En öndeki, dikiz aynasından göz altlarındaki yılların yorgunluğuna rağmen artık bir uzvu olmuş direksiyonu tutarak pür dikkat yolu gözleyen şoförse kim bilir ne düşünüyordu... Öyleydi. Bazen hayat bir otobüsteki yolculardan daha fazlasını sunamıyordu sana fakat sen bakmasını bilirsen kendine harika hikayeler çıkartabiliyordun...
        "Her fırtınanın ertesinde güneş doğar. Beklemekten başka çaren yok". Bunu izlediğim bir filmde görmüştüm ve  o günden beri zaman buna inanmıştım. Dün arabayı servise bırakırken, bugün için işe otobüsle gidip geleceğimi düşünürken çok öfkelenmiş, şansıma ve kaderime sövmüştüm. Ama yıllar olmuştu belkide otobüste insanların hikayelerini okumayalı... Şimdi günün tüm yorgunluğunu unutmuş, hızlanmakta olan yağmurun huzuruna ve insanların kendi kalabalıklarında kayboluşlarına şahitlik edebiliyordum... O an bana büyük bir kaos gibi gelen arabamın bozulmasından şuan mutluluk duyuyordum. Kendime ve yaşama olan saygımdan olsa gerek daima kötülüklerin - bana kötü gelen olayların- daima o an olmasa bile sonrasında aydınlığa vardığını düşünerek yaşıyordum. Çünkü canımızı sıkmak için çok kısa bir ömrümüz var.
        Tüm bu gözlerimle resmettiğim insanlardan farklı sayılmazdım. Herkes kendi hikayesinin kördüğümlerinde kaybolmuşken ben hem onların hem kendiminkinde kaybolmayı başarmıştım. Aklım o kadar karmaşık ve hayatım o kadar dağınıktı ki... Keşke evlerimize çağırabildiğimiz temizlikçi ablalar gibi hayatımızı ve aklımızı da düzenleyecek kişiler olsa şu hayatta... Yetiştirmem gereken evrakları, görüşmem gereken müşterileri, almam gereken kıyafetleri ve sevmem gereken insanlara karar verecek birisi olsa. Her şey belki o zaman daha kolay olurdu? Çünkü bir insanın yapmakta en çok zorlandığı şey, karar vermekti.                İnsan düşünüldüğü kadar kolay karar verebilen ya da verdiği kararı kolaylıkla yaşamına uyarlayabilen bir varlık değil. Hele ki söz konusu kadınlarsa bu hiç kolay değil... Hayatım boyunca, çevremde daima aldığım önemli kararları onaylayan birileri oldu. Sizin de olmuştur. Kiminle birlikte olacağıma karar veren yakın kız arkadaşlar; hatta arkadaşlarını benimle tanıştırarak kaderime karar verenler bile oldu. Bir şekilde biriyle tanışsam, benden hoşlanıp bunu bizimle paylaştığında " bir dakika biraz düşünmek istiyorum" deyip koşarak o arkadaşlarıma gelerek onların da onayını alma ihtiyacı hissederdim. Belki ona karşı boş olmasam bile onların kararı belirleyici olurdu. Kararı yüzlerine okuduğumuzda yüzlerindeki o hayal kırıklıklarını toplayıp, tüm gerçekliğiyle öpmek isterdim bazılarını ama  bir erkeğin aşık olduğu kadın tek olsa bile tavlaması gereken en az üç kişi olurdu ve onlarda onay alamadığım için hayatımda olmayan kayıp gelecekler olarak kalırlar ardımda. Neler olacağını asla bilemeden şimdiye geldim. Ne yapacağıma, ne giyeceğime, kiminle yatacağıma karar veren birileri olmuştu daima hayatımda ama uzun süredir karar alma konusunda kendimden başkasına güvenmemiş ve bir şekilde ulaşmıştım bu soğuk ve yağmurlu güne. 
        Ne zaman hayatım için önemli bir adım atmak üzere olsam üçüncü bir gözünde önerisine fikrine ihtiyaç duyardım. Şimdi hayatımda bir şekilde yer edinmiş ve geleceğime giden trenin makaslarını değiştirerek beni bambaşka bir yolculuğa bırakan arkadaşlarım kim bilir nerede şimdi? Ardıma baktığımda korkumdan alamadığım kararlar konusunda aklımda bir soru işareti, karanlık bir belirsizlik varken; tüm cesaretimle, tek başıma göğüslediğim kararlarım konusunda en ufak bir "acaba?" taşımıyorum içimde... İçimin dağınıklığı aklımdaki o soru işaretlerinden belki de... Kadınların çoğunun hayatının seyir defterini kendileri yazmazlar, asla unutmayın ve benden size garip bir yolcu tavsiyesi; kararlarınız sizin olursa pişmanlık duymuyorsunuz, asla.
        Kalbimi açtığım o insanları düşünüyorum şimdi ve kalbimi açmaya izin alamadıklarımı... Kendimi düşünüyorum, ne yazık. Yalnızlığımın tek sebebi belki de korkaklığım... 
        Ah... Bu hüzünlü hava bana hiç yakışmıyor. Hemen dağıtıyorum aklımın karanlık bulutlarını, gözüm şehrin üzerindeki karanlık bulutlara takılıyor. Pencerede biriken yağmur damlalarının neden olduğu o puslu görüntüü, sol elimle netlediğimde şiddetini arttıran yağmurla burun buruna geliyoruz. Aramızda kalın bir cam olmasa yağmurla öpüşebilirim belkide... Yağmur iyidir. Tüm kadınlar gibi bende yağmurdan nedensiz haz duyuyorum. Sanki şehrin sokaklarından geçerken her şeyi toplayıp, toprağın kayıp derinliklerine ilerlerken, insanın da tüm geçmişini ve hüzünlerini süpürüyor... Geriye yalnızca yağmurdan sonraki o huzurlu kokuyla, yüzde tatlı bir tebessüm kalıyor... 
        Ağır ağır ilerlerken otobüs aklıma birden bir yüz düşüyor. Eskilerden. Kalbimin kapılarını açmadığım hüzünlü bir yüz... Zayıf yüzünde daima hafif bir hüzün bulunurdu. Gözleri uzaklara hep boş bakar, sanki uzaklarda birini gözlerdi. Saçları rüzgarla uçuşunca alnı aydınlanırdı. Alnında hikayesini bilmediğim derin bir yara vardı. Onun hikayesini bilmediğim ve görmediğim derin başka yaraları da vardı muhakkak... Konuştuklarını anlamazdım bazen ama dudaklarını takip ederken sarhoş olurdum. Ellerini hep havada bir şeyler çizmek için kullanırdı. Anlattıklarının resmettiği bir kalem gibiydi parmakları...
        Böyle yağmurlu bir gündü. Bir kaç sene önce, okulun son senesinde. Okulun son senesinde insanın aklı karışık olur. Öğrencilikle- hayat arasında kararsız kaldığım, geleceğe dair yüzlerce fikrin karmaşıklığında aklımın iplerini salmak üzere olduğum zamanlarda karşıma çıkmıştı. Aykut. Evet o zayıf yüzlü, hüzün bakan ve gizemli bir hikayesi olan adamın adı Aykut'tu... Herkese karşı nedensiz bir öfkesi olduğunu, kimsenin zamanını çalmak istemediğini söyler ve tüm insanlıktan tek bir dileği olduğunu söylemişti bir keresinde; konuşun. Herkesin konuşarak anlaşabileceğine inanmıştı... Kimin ya da neyin sayesinde hayatlarımız aynı dilimde kesişmişti hatırlaması güç ama onunla buluştuğum bir kaç seferden sonra hep tarifsiz bir huzur olurdu içimde. Tüm öfkesini başkalarına saklarken bana karşı sırıtmayan bir nezaketi olurdu. Daha önce ya da sonra tanıdığım eskimiş numaralarla bana sokulmaya çalışan kimseye benzemiyordu. Ne kendini saklıyordu ne de kendinden kaçıyordu. En başından beri benden hoşlandığını sözleriyle olmasa da hal ve hareketleriyle alenen belirtiyor ama bunu o kadar ölçülü yapıyordu ki arkadaş mı sevgili mi olmaya çalıştığını anlayamıyordum. Kesinlikle çok zeki ama bir o kadar tecrübesizdi. Benimle buluştuğunda dudakları kururdu. Çok konuşmazdı ama dudakları nedensiz kururdu.
        Bense ona karşı hiç "öyle" şeyler düşünmemiştim. Sadece her kadın gibi gururumu ve egomu tatlı bir şekilde, acıtmadan ve ürkütmeden okşayan bu adama karşı sebepsiz bir yakınlık duyardım. O sorana kadar asla aramızdaki bu belirsizliğe isim koymayı düşünmemiştim... Tanıştıktan bir süre sonra konuşmalarımız ve buluşmalarımız azaldı. Ben kadınlığın getirdiği o sahte ağırbaşlılıkla onu özlesem bile onun bana gelmesini bekliyordum... Beklemenin zamanı kaçırmaktan başka bir işe yaramadığını bu ve bunun  gibi bir kaç örnekten sonra ancak öğrenebildim... Kendini unutturmayı da hatırlatmayı da o kadar iyi başarıyordu ki yaşadığı hayatı merak ettiğim kadar ondan korkuyordum da... Ben dahil pek çok kadın belirsizlikten delice korkarız, ayaklarımızı yerden kesecek birini arzularız gibi laflarımıza bakmayın siz. Uçmaktan ve yükseklerden daima korkarız.
        Yüzüne her baktığımda gördüğüm o tahmin edilemez hüzün ne kadar yoğunsa o kadar cesur bakardı aynı zamanda... Hayata karşı manevraları o kadar usta işiydi ki asla yıkılmıyor ve düşmüyordu sanki. Her ne olursa olsun sadece bi' an nefes almak için duraklıyor sonra yeniden devam ediyordu. Bir keresinde bana " İki insanın birbirini tanıması imkansızdır. Herkes tanıdığını düşünmek ister çünkü tanımak gitmek için en güzel bahanedir" demişti. Ona "Seni çok iyi anlıyorum" dedikten hemen sonra bunu demiş ve gitmişti. Onu o günden sonra asla hayatın içinde görmedim.
       Sanki hayatından bir Meryem geçmemiş gibi yaşamaya devam ettiğini ise telefonumun ekranında içim içimi yerken, gizliden gizliye onun adımlarını izlerken görüyordum. Adamı sanki ben değil o beni reddetmişti. Attığı her adım sanki beni çağırıyormuş gibi hissediyordum. Yaptıklarının bir taktik mi yoksa doğal bir hayat akışımı olduğunu ne o zaman ne de şimdi anlamadım... Bazıları öyledir, o kadar samimi yaşarlar ki inanamazsın. Sanki bir rüya, ütopya gibi gelir. Ellerini havaya kaldırmış " ben gerçeğim beni gör " der hiç bıkmadan ama insan oğlu burnunun ucunu görmeden geleceğe bakmaya çalıştığı için bunu kaçırır. İnanmak istemez. Cesareti yetmez. Sonra tüm bunların bir rüya değil, gerçek olduğunu  giderken bıraktığı özlemin kokusunu duyduğumuz an anlarız ve hep geç kalırız...
        Geç kaldığımı fark ettiğimde onu aramak istedim. Onun insanların konuşması gerektiğine, ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın herkesin son bir konuşmayı hak ettiğine dair inancı aklıma gelmişti. Onunla son kez konuşmam gerek diyerek indirdiğim gururumun kapılarından geçmek üzereyken, elimdeki telefonu alan o yakın arkadaşlardan birisi "kendini aptal gösterme" sözüyle beni kandırmayı başarmış. Yolumdan çevirmişti...
        O günde, tanıştığımız gün kadar yağmurluydu... Onu o yağmurdan sonra asla düşünmemiştim. Sonra okul bitmiş farklı şehirde, farklı bir hayatın kapısını araladığımda  ardımda kalan her şey gibi onu da unutmuştum... Bu şehre döneli bir kaç ay oluyordu ama aklım tekrar yeni bir hayatı düzene sokmakla meşgulken buradaki anılarımı hatırlamakla meşgul olamıyordu. Hem onca hatıraya rağmen unuttuğum bu adamı şimdi neden hatırlamıştım? Onu sahiden unutmamış mıydım? Ya da unuttuğumu sanmış, kendimi mi kandırmıştım? Aklımda ki bu sorulara cevap bulmak gerçekten güç ama bir insanın asla unutamayacağını, unutmuş gibi yaparken hiç beklemediğimiz bir anda bilincimizin derinliklerini tetikleyen bir "şey"le birlikte hatırladığımızı öğrendim şuan. Çünkü yıllardır aklımın ucundan geçmeyen o hayat şimdi bu yağmurlu ve yorgun günde zihnimin duvarlarını zorluyordu. Bunun bir sebebi olmalıydı...
        Bunları düşünürken otobüsün kalabalık bir durağa yaklaşmaya çalıştığını fark ettim. Uzun sıranın sonunda öpüşen genç bir çifte bakan onlarca göz gördüm. Tüm bu gözlerden ben rahatsız olmuşken onların olmamasına şaşırdım. Aklıma kendi gençliğimde yaşadığım heyecanlar ve onları yaşarken gözümün o an ki heyecandan başka bir şeyi görmediği geliyor ve gülümsüyorum... Sıranın başına doğru kayan bakışlarım, onlara bakıp gülümseyen başka bir yüz daha fark ediyor... Duraksıyorum. Aklımda bir karıncalanma, kalbimde bir telaş. Sanki ben bu yüzü bir yerden anımsıyorum. Bazen öyle olur, tanıdığınız ya da daha önce tanışmış olabileceğiniz aşina bir yüzle karşılaşınca tereddüte düşer ve tuhaf hissedersiniz. Aynen öyle olmuştum...
        Yüzündeki o gülümseme bittiğinde. Aniden bastıran bir sis gibi yüzüne çöken hüzündü. Böyle bir yüzü hayatında bir kez görmüştüm ve asla unutmamıştım- unutmadığımı bir kaç dakika önce anımsamış olmam ise kainatın bana manidar bir oyunuydu elbet- Ne yapacağımı bilmeden, düşünme yetisimi kaybetmiş bir şekilde onu izliyordum. Eski bir tanıdığı görmenin tozlu heyecanı mıydı hissettiğim yoksa yıllanmış bir özlemin acımtrak hatırası mı? Bildiği tüm duygular içimde karıştırılıyor ve ağzımdan göğe çıkıyordu sanki. Dudaklarım kurumuş, gözlerim kararmıştı... Sıra ilerledikçe attığı adımları izliyor, yandan durduğunda bile bakışlarındaki o cesareti görebiliyordum. Hüzün ve cesaret aynı anda tek bir vücutta ancak bu kadar karışabilirdi...
        O vazgeçilmez olma hissinin verdiği duyguyla aklımda kendime yönelttiğim bir kaç soru buldum; "Acaba beni unutmuş muydu?" "Beni görse hatırlar mıydı?" "Onunla konuşmam gerekirse ne yapmam gerekirdi"
        Bu soruların gölgesinde zaman durmuştu sanki... O duran dakikalarda başka bir sözü geldi aklıma Aykut'un. Yine zamanla alakalı yaptıkları bir konuşmanın sonunda o  "Şimdi ne olacak" diye sormuştu ben " Zamana bırakalım, o en doğrusunu bilir" dediğimde ise hüzünlü bir gülümsemeyle birlikte " Zamana bırakmak... Bazı insanların bildiği tek bahane bu sanırım. İşin kolayına kaçmayı yaşamak sanıyorsunuz. Oysa o kadar kolay değil. Zamana bıraktığın hiç bir şeyi bıraktığın gibi geri alamazsın... Zaman akar gider ve sen kalırsın. Ben elimden geleni yaptığıma inandığım an akışına bırakırım hayatı." dedi. Göz kırptı ve gitmişti. Sanırım ne zaman geleceğini ve ne zaman gideceğini o kadar iyi biliyordu ki...
       Duran zaman yeniden akmaya başladığında kendimin de onun da zamana bıraktığımız gibi olmadığını görmüştüm. İçimde kötü bir his vardı. Her şey için çok geç olduğuna, bir kez kaybedilmiş bir hayatı yeniden kazanmanın ne kadar umutsuz olduğuna dair bir his....
      Aramızdaki tek nesne otobüsün kapısıydı. Otobüs o kadar kalabalık değildi ve otobüse binen herkesin boş koltuk aramak için başını kaldırdığında ilk beni gördüğünü hissediyor ama gözlerimi onun üzerinden alamadığım için tam emin olamıyordum. Beni fark ederse ne olacaktı?
     Sanırım bakışlarımı hissetti. Kadınlara ait olan bu özellik sanırım onda da vardı. Yabancı bir çift gözün üzerinizde izinsiz dolaştığında bünyenizin otamatik olarak alarma geçmesi gibi düşünün... Önce şüphelendi. Ruhunun titrediğini hissettim sanki. O saniyeden bile kısa süre içerisinde başını kaldırması bana bir ömür gibi geldi....
     Hüzünlü yüzü ve cesur bakışlarıyla karşılaştığımda hayat son bir oyunla beni alnımın çatından vurmuştu!

[AYKUT]
     Onu hala hatırladığımı bilmekti asıl beni öldüren, nefesimi kesen. Onu neden sevdiğimi, ondan neden vazgeçemediğimi o kadar çok sormuştum ki kendime ve asla cevabını alamamıştım o soruların. Sonra elimden geleni yaptığıma inandığım ve yorulduğum günlerden birinde onu zamanın nehrine bırakmıştım. Bir süre onu düşünmeden uyuyamaz, geceleri onunla bir kez daha karşılaşınca ona yapacağım son konuşmanın her detayını planlamadan uyuyamaz olmuştum... Acı çekmiyordum. Sadece özlüyordum. Özlemenin ne demek olduğunu ilk öğrendiğimde zaman kendini sonsuzluğa bırakmıştı ve annemi kaybetmiştim. Özlemin acısını da huzurunu da içimde o kadar çok yaşadım ki sanırım artık onu hissedemez olmuştum ve unutmuştum.
     Yıllar sonra "tesadüfen"  onunla karşılaşmak bana çok ağır geldi. Özellikle onun da bana hatırlarmış gibi bakan gözlerini görünce... Fakat bitmiş bir öyküye asla devam edilmediğini o kadar çok yaşamıştım ki, inanmak istesem de bir şeylerin en baştan devam edebileceğine inanmak o kadar güçtü ki...
     Onu görür görmez ağırlaşan zamanda onunla aklımda kalan konuşmalar ve yapamadığım konuşmalar aklıma geldi. Ona o kadar az şey söylemiştim ki. Ona karşı olan hislerimi, onunla ilgili planlarımı o kadar iyi gizlemiştim ki. Tüm o planları bir tek onunla yapmayı istediğim için kimseye de açmamıştım o kutuyu. Tüm bunları bir anda hatırlamak, zamanın ipini boğazıma dolamış ve idam sehpasının ayaklarımın altından kaydırıldığı hissi uyandırmıştı bende. Nefesim kesilmişti tam manasıyla. Ve hala o kadar güzeldi ki...
     Zaman normal seyrine döndüğünde. Ardımdaki öfkeli adamın "Hadi kardeşim devam et" deyişiyle kendime geldim. Bana "bir şey der" gibi bakıyordu. Fakat o hep öyle bakmıştı bana. Ben hep ona bir şey demek istemiştim ama diyememiştim. Her zaman sahip olduğum cesaret ona karşı korkaklık oluyordu. 
     Bir adama baktım bir de ona. Ne yapmalıydım. İçimdeki kırgınlığa mı yoksa özleme mi kulak vermeliydim. O kadar hızlı karar vermiştim ki hem ben hem de ardımdan bakan yolcular "deli" olduğumu düşünmüşlerdi.
    Otobüsten geri inmiş o yağmura bırakmıştım kendimi. Şuursuz bir şekilde yürürken ıslanan saçlarımı düzeltip " bu da unutulacak, merak etme" diyerek kendimi, içimdeki çocuğu avutuyordum sanki. Tüm bu karmaşanın içerisinde nasıl oldu aklıma buluşacağım arkadaşım geldi. Hemen telefonu çıkartıp, ıslanan tuşlara hızlıca basarak onu aradım... Uzun uzun çalarken ben hala Meryem'in etkisindeydim...
"Alo" dedi biraz bıkmış biraz öfkelenmiş bir sesle.
"Alo Abi. Ya sorma çok acil bir işim çıktı, bir dahaki sefere görüşsek" dedim. Yalan söylediğimi düşünmüyordum. İnsanın hayatı boyunca sevdiği ama unutmak zorunda kaldığı kadın kaç kez karşısına çıkıyordu! Ölmediğime dua etmeliydi bence.
      Biraz duraksadıktan sonra " Eyvallah" dedi. Sesindeki küfrü duyar gibi oldum ama umursamadım.
      Telefonu hızlıca cebime attığım anda sol omzumdan biri yakaladı.
      Her şey o kadar hızlı oldu ki hiç bir şey anlamadım. Zaman tekrar sonsuzluğa geçmişti benim için. 
     Beni sırtımdan tutmuş, çevirmiş, gözlerime bakmıştı. " Bu kez seni zamana bırakmayacağım hüzünlü rüzgarım" deyip, beni öpmüştü.
      Yıllarca hayalini kurduğun unutmaya yüz tutmuş bir an gerçekleştiğinde insanın olanı biteni anlaması o kadar uzun sürüyor ki...
      "Bana bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu. Kedi gibi bakıyordu. Islak ve bakıma muhtaç bir kedi gibi...  
      Güldüm. " Sandığımızın aksine gün herkes için yirmi-dört saatlik dilimlerden oluşmaz" dedim.
      Ne demek istediğimi ilk kez anlamıştı çünkü beni ikinci kez öpmüştü. Kol kola girip yağmurun altında o genç çift gibi öpüşmekten fırsat bulduğumuz vakitlerde birbirimizi suçlayan konuşmalarla yürümeye başladığında önce gök gürledi sonra şimşek çaktı....
     O bir saniye de annemin gülümseyen yüzünü gördüğüme yemin edebilirim size!
     [BİR DOST]
"Hiç sorma kardeşim ya. Adam avukat oldu, bir tarafı kalktı. "
"....."
"Aynen öyle, ne arar ne sorar eski dostlarını. Beyfendinin ayağına geldik bizimle görüşmüyor"


Şaban Sarı 
/Şubat 14/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...