Yıllar Sonra İlk Kez
Bu Kadar Özgürüm
Sabah ezanı okunurken uyandı. Puslu
aklının derinliklerine işleyen ezgiye kulak verdi. Yıllar sonra ilk kez, sabah
ezanını dinlemek için yatağında doğruldu. Yanında ölü gibi uzanan et yığınına,
kocasına baktı. Ölü olmasını dilemiş olabilir, bilemiyoruz… Yıllar sonra günün
geceden nöbeti devraldığı bu vakitlerinde neler düşünmüş olabilir bir insan ki…
Hayatını film şeridi gibi gözünün önünden geçirebilir, yeni kararlar alıp
yarının sahnesine öyle fırlayabilir. Sövebilir kaderine, şükredebilir bile.
Bizimkinin aklında ise sonsuz bir boşluk ve uykusuzluğa karışan umutsuzluk.
Kendiyle
devamlı bir mücadele içerisinde olan bir insan. Yatağı terk edip güne
başlamakla, ruhsuz kocasının yanındaki kendi sıcaklığına sahip yatakta kalmak
arasında gidip gelen saat sarkacı gibi düşünceli Masal. İki karar arasında en
mantıklı seçim hiç birini yapmamaktır belki de fakat o bunu düşünemeyecek kadar
dalgın. Dalgınlığını dağıtmak için, sanırım, yataktan kalkmaya karar verdi.
Yüzündeki
su damlalarına gizlenen hayat izlerini, henüz uyanmamış beyaz bir havluyla
silerken aynada göz göze geldi benimle. Yıllar sonra ilk kez. Yıllar olmuştu
benimle göz göze gelme cesaretini gösteremeyeli. Sekiz sene önceydi en son
bakışmamız… Mutluluğunu kanlı yatak çarşafında bıraktığı; geleceğini belindeki
kızıl kuşakta unuttuğu; her şeye karşı inancını can yakan bir orgazm sırasında
kaybettiği o günden beri hiç yüzüne bakmamıştı. Sanki masumiyetinden yüz çevirmiş.
Aynalara küserek kendini affedebileceğine inanmıştı. İkimizin arasında sekiz
yıllık bir uçurum vardı şimdi. Derin bir su kuyusunun dibindeki su
birikintisine bakar gibi bomboş, bir şey göremeyeceğini bilen ama yine de
arayış içerisinde olan gözlerle bana bakıyordu. Bense kuyudan gökyüzüne bakıyor
fakat yılların gölgelendirdiği siyah bir kütleden fazlasını göremiyordum…
Ben ölümsüz
bir hatıra olarak aynalarda ve bir fotoğrafta yerimi alırken, zaman bu
ölümsüzlüğümün bedelini ona iki kez ödetmişti sanki. Kendi bedeninin dört
duvarına hapsedilen ruhunu çevreleyen rengi solmuş teni adeta boyası dökülen
viran bir evi andırıyorken; gözlerindeki bulanık bakış pencereleri tozlu içi
aydınlanmayan bir başka eve benziyordu… Benim yaşlarında içinde hüküm süren
hayat, yıllar geçtikçe birer ikişer onu terk edilmiş ve yalnız bir ömre
dönüşmüştü. İçinde yıkık şehirler, terk edilmiş köyler ve enkaz yığınına dönen
ahşap hayallerden başka bir şey kalmamış… Bana hem nefretle hem de özlemle
bakabilmesinin nedeni de bu olmalıydı; geçmişe özlem ve o güzel günlerin
ardında kalmasına öfke…
Bakışlarımız
ikimizin aklında yeni kabuk bağlayan hatıralarımızı tatlı tatlı kaşındırıyor
fakat yaralarımızı kanatmaktan, hatırlamaktan korkuyorduk. Ben onu geçmişten
seyrediyorum, o beni gelecekten izliyor ve şimdi ikimizde birbirimize acıyan
gözlerle bakıyorduk… O bana, tüm masumiyetimle kaderin başıma getireceği
fırtınalardan habersizliğim yüzünden; bense ona hiçbir zaman kavuşamayacağı
aklımdaki umutları nedeniyle üzülüyordu. Hatırlamanın kaçınılmaz olduğu bir
saate girdik az önce. Her şeyin kötü bir kabus olmasını dileyerek başını iki
yana salladı ama hala karşısında ona bakıyordum. Tam bana bir şey söyleyecekken
içeriden ağzı küfür kokan bir adamın sesi işitildi.
“Masal!
Kahvaltıyı hazırla açlıktan geberiyorum!”
Kocasının
hayvani bağırışlarını kesip evi bir an önce onun yönetimine bırakıp gitmesi
için kahvaltısını hazırlamak için mutfağa yöneldi. Bana son bir bakış attı. Bu
bakış, kıskançlık yayından fırlatılmış zehirli bir ok gibiydi fakat aynaların
sırrını aşamadı… Beni unutmaya gücü
yetmedi yine.
Yataktan
altında sadece donuyla doğruldu Yasin. Bir tankın namlusu gibi hedefini arayan
önündeki organını tutarak tuvalete gitti. Ne masal biliyordu; o çok övündüğü
namlusunun tutukluk yapan paslı bir tüfek olduğunu ne de Yasin…
Evlendiğinde kız tarafının, yani
babamın, aldığı aynalı komidinin önündeki çerçeveden izliyordum onu. Sekiz sene
evvel onunla ilk ve son kez birlikte güldüğüm anın ölümsüzlüğe sıkışmış ve
orada kalmıştım. Yanımda sekiz yıl önce aşık olduğumu sandığım adamın sonu.
Benim gibi konuşamıyor o zaten onu biraz da bu çok konuşmayan halleriyle
sevmiş, kaderimizi kördüğümle birbirine bağlamıştım. Sekiz yıldır öteki Masal
bu kördüğümü ne çözebiliyor ne de kesip atabiliyor. Sessizliğe kapılıp göğüne
kanat çırptığım adamın altında kirli bir çarşaf gibi ezildikçe özgürlüğüme
kaybettim o ise sesini kazandı. Yerlerimin ve göklerimin hakimi olduğunu
düşünerek uğursuz bir eşya gibi kullandı beni…
O günden beri kendimi ve evlendiğim
adamı sadece bu fotoğraf karesinden izliyorum. Masal’ın bu hayatı yaşıyor oluşu
benim unutulmaya yüz tutmuş mutlu bir anı olarak onu izliyor oluşum ne kadar
adildi? Bir insanın hayatının en mutlu gününün aslında hayatının son mutlu anı
olduğunu bilemiyor, göremiyor oluşu ne kadar kötü…Parmağındaki zincirden ve
esaretten kurtulma şansını elinden alan sınırlar. Kalemini kırıp, hayatını
karara bağlayan kurallar. Masal hangi birine söveceğini bilemiyordu hiç. Oysa
evlilik onun için ne büyük umutlara gebeydi. Düşük yaptığı geleceklerinden
sonra anladı ki evlilik, toplumu ve inancı tatmin etmek adına uyulması gereken
bir zorunluluk bir şarttı. Buna kendini o kadar kaptırmıştı ki ona gülümseyen
her erkeğin ona aşık olup, onun mutluluğundan başka bir şey düşünmediğini
sanmıştı. Dava karara bağlanıp, kelepçeler parmağa geçirilip, hücrede başbaşa
bir gece geçirildiğinde yani elde edilmesi gereken elde edildiğinde madalyonun
diğer yüzü doğuyordu ufukta. Sevdiğini sandığın adamın aslında nefret ettiğin
adam olduğunu öğrendiğin o an ölmek istiyorsun ama ölemiyorsun. Birinin eşi
olmak, namus, cinsiyet, kadın, elalem, din maskesiyle insana sunulan bir çeşit
zorunluluktu bu. Eğer sekiz yıl evvel benim yaşlarımdaki Masal evliliği ve
hayatı televizyon dizilerindeki gibi düşünüp buna inamasaydı ve yanlış kararlar
almasaydı her şey ne kadar değişebilirdi? Fakat ne yazık ki herkes seçimlerinin
değil yaptıklarının cezasını ödüyordu. Masal buna inanmış ve sekiz yıl önceki
kendinden köşe bucak kaçarak bunu hatırlamayacağını düşünüyordu….
İnsanlığını soyunup odanın
ortasına atan bir adamın karısı olup, sekiz yıl hayvan gibi becerilmekten nasıl
kaçabilirdi ki? Uzaklarda bildiği tattığı bir hayat yoktu, elindeki mutsuzluk
belki de onun tek sahip olabileceği senaryoydu… Fakat ben hak etmemiştim. Köpek
gibi becerilmeyi hak edecek hiçbir şey yapmış olamazdım. Buna katlanıyor
oluşuna bu yüzden kızıyordum Masal’ın!.
Tüm bunları tuvaletten dönmüş
olan Yasin’i çerçevenin içinden izlerken düşünüyordum. Sanki izlendiğinin
farkına varan Yasin’in gözü fotoğrafın üzerinde gezindi. Yüzündeki o ifade
pişmanlık mıydı yoksa kadere isyan mı anlayamadım.
Yasin çıktıktan sonra ev Masal’a
kaldı. Ardında bıraktığı boşluğu ancak gece yarısı başka kadınların kokularına
karışan alkol kokusuyla eve dönüp, karanlıkta Masal’ın boşluklarını acele ve
beceriksiz hareketlerle dolduruncaya değin Masal rutin işlerine bakıcaktı.
Çamaşırlar, bulaşıklar yıkanacak. Yemek hazırlanacaktı eve kocası erken gelirse
aç kalmasın diye. Hala ne kadar iyi bir insandı. Onu aldatan onu bir hizmetçi
gibi kullanan adama karşı hala biraz iyi niyet… İyi niyetinden ölebilirdi.
Bu gece beklemeyecekti ama Masal.
Bunu biliyordum. Her gece olduğu gibi bu gecede teri bira kokan kocasının ışığı
açmadan onu soyup becermesini sonrada kıçını dönüp uyumasını beklemeyecekti.
Ona büyük bir süprizi vardı Masal’ın bu gece.
Zaman nehrinden yavaşça aktıkça,
Masal günahlarının bedeline ramak kalmasına rağmen rutinlerini büyük bir
titizlike sürdüyorken onu hayranlıkla izliyordum. Sekiz yıl önceki halimle onun katlandığı hiçbir
şeye katlanamazdım ama onun katlanmaktan başka çaresi var mıydı? Hangi günah
yaşamak kadar zordu bunu düşünmeliydim sanırım.
Tüm işleri bittikten sonra her
şeye bir göz attı. Birkaç gün yetecek yemekler dolaptaydı. Tüm çamaşırlar kuru
ve katlı, tüm tabaklar parlaktı. Ev sanki bir bayram günü gibi heyecanlıydı…
Masal buradaki işinin bittiğini düşünerek yatak odasına gitti ve kapıyı usulca
kapattı.
Gecenin bir yarısı anahtarın
yırttığı sessizlikle uyandı ev. Yolunu zar zor bulan Yasin gürültüsüyle
birlikte eve girdi. Tertemiz eşyaların arasından düşe kalka, söve saya yatak
odasına girdi. Sekiz yılın getirdiği alışkanlıkların ritüelimsi havasında önce
gömleğini sonra pantolonunu çıkarttı.
Yatağa sokuldu. Sokulurken dengesini kaybetti ve tüm karanlığa rağmen
her şeyin şahidi olan benim bulunduğum fotoğraftaki çerçeveye çarptı. Düştüm ve
kırıldım. Canıma batan cam kırıklıklarının arasından Yasin’in son anlarını
izliyordum. Karısını arıyordu onun boşluklarını doldurmak ve kendi içindeki
uçurumları doldurmak için… Sekiz yıldır ilk kez karısını yatakta bulamamıştı. Bunu
düşünecek halde değildi. Pek berrak olmayan zihnini çok yormadan yatağa bıraktı
çöp yığını bedenini. Sızdı.
Tüm karanlığa rağmen yaşanan her
şeyin tek bir şahidi kız tarafının aldığı komidinin üzerindeki çerçevede
gülümseyen ben, sekiz yılın hüzünlü kokusunun sindiği halının üzerinde öldüm.
Ben öldüm. Evet. Son gördüğüm
fotoğrafise; tüm her şeye ancak sekiz yıl dayanabilen Masal’ın tıpkı fotoğraftaki
gülümsemesi ve gelinliğiyle kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi tavanda
asılı oluşuydu.
Ve son duyduğum ses, yıllar sonra
çok uzaklarda okunan bir sabah ezanıydı başka bir Öykü’nün dinlemek için
doğrulduğu.
Şaban Sarı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder