Pages

Ads 468x60px

15 Haziran 2013 Cumartesi

Ruh Parçaları #89

#89     
  YAĞMURDAN KAÇARKEN
Derin bir sessizlik çöktü, saatler dahi nefeslerini tutmuşlar çıt çıkartmıyorlardı. Ortamdaki tek hayat belirtisi sıcak bir öpücükle kahvenin koynundan süzülen yoğun dumandı... Dakikalar uzarken sessizliğini bozdu.
—Çok yalnızım bu kalabalıkta. Dedi ve ekledi 
—Sanki kendi içimde kayboldum ve şimdi annesini kaybetmiş bir çocuk gibi ağlamaklı, tanıdık bir eli bekliyorum... Gidecek hiç bir yerim yok, insan kendinde dahi gidecek bir huzur bulamıyorsa ölmek belki de tek yoldur?
Karşısındaki susuyordu. Sanki kelimeleri damla damla süzerek düşünüyordu. O durmadan devam etti.
— Bu kadar zor olmamalıyım. Ördüğüm o duvarları artık ben dahi aşamıyorum, bir yabancı gibi kapı dışından izliyorum kendimi. İçimde kalanlara anlatamıyorum gerçeği. Bu kadar renkli bir dünyanın zehrini bilmeli insanlar artık... Bazen keşke diyorum, keşke farklı olmak yerine sıradan bir adam olarak kalsaydım.
Karşısındaki hala düşünür gibiydi. Derin bir iç çekerek sanki bir kuyudan su çekermişçesine kurdu cümlesini:
— Günlerdir içinde bulunduğum durumu ne kadar da güzel özetledin. Özetlemekle kalmadın sanki tüm kördüğümlerim tek bir dokunuşunla çözüldü. Anlıyorum demek istemiyorum çünkü biliyorum pek çok kez anlamak yetmiyor.
—Ben kendimi anlatıyorum yine, sen kendini buluyorsun yine. İşte seninle ne kadar çok ortak anlam yüklemişsek yaşama, kendimizden de o kadar uzak kalıyoruz. Belki de sen bana gidiyorsun, ben sana ama asla karşılaşmıyoruz...
Tanıdık sessizliğin içinde birer yudum aldılar kahvelerinden. Düşüncelerinin uğultusu vuruyordu sanki bakışlarına ve fırtınalarını göstermemek için gözlerini kaçırıyorlardı birbirlerinden. Devam etti diğeri.
—Bu zamana kadar en çok kendimden kaçmak istedim. Kendimi ardımda bırakıp gitmek istedim ama buna imkânımız yok maalesef. İnsanın tüm sırlarını bilen bu düşmandan saklanabileceği, güvenli bir yeri yok... Sağanak yağmurları kıskandıracak kadar ağlamak ve tüm bu sorunlarımı dökmek istiyorum fakat  kuru bir pınar gibi gözlerim... Kendimi bir başkasında unutmak, sevmek istiyorum ama kelimelerimin mevsimi değil... Hep bir güz havası, hep bir kaybetmişlik hissi benimkisi... Oysa ne kadar da kolay olurdu, mesela sadece şu masadaki adamın kusurlarını görsem ve içimden gülsem. Olmuyor işte, herkes  bir başkasında ararken hatayı, ben hep kendimde görüyorum. Bu kadar zor olmak zorunda mıydı yaşam?
Yine aynı sakin ama derin sesiyle cevabını verirken, elinde sıkılmaktan boğulan fincana bakıyordu:
—Belki de ihtiyacımız olan sadece değişimdir ha? Biraz farklılık; farklı gözler, farklı sözler, farklı eller. Senin ve belki de benim gibi insanlar hep bir yenilik istiyorlar, sıradanlaşan her şey basitleşiyor, yetmiyor bize... İçimizde bir canavar var ve daima aç sanki...
Öteki tüm bu söylenenlere öfkelenerek
—Kaç kez kabuk değiştireceğiz hayatımızda! Aynı bedene hapsolmuş bir şekilde kaç kez ruhumuzun derisini kazıyarak ardımızda kalacak her şey? Daha kaç farklı bedene sığınacağız ve hep ölü doğacak düşler!
Sen yeni birileriyle tanışmak, onların tazeliklerini keşfetmek istiyorsun. Onların içinde kendini unutup yeniden ve hatta en baştan doğmak istiyorsun, belki de o tüm romantikler gibi hiç elini bırakmayacağın bir çift el tanımak istiyorsun ama sen hep şunu unutuyorsun; yenilikler için eskilerin yıkılması gerekir ve sen tüm kurallarını yıkamayacak kadar sağlamsın  bu kuşatmalara rağmen...
—Haklı olabilirsin ama içimizde hep eksik bir parçayla yaşadığımız sürece asla tam olamayacağımızı sende biliyorsun.
—Bu saatten sonra kimse tam olamaz. Günahlarımızı attığımız o masum boşluk yaralarımız, geçmişimiz bizim artık. O boşluğa zorla sığdırmaya çalıştığımız sevişmelerimiz oldu ve herkes bir şeyler kaybetti kendinden. Geçer dedikçe sızlayan yaralarımız var ve söylesene bana bizi tüm yaralarımıza rağmen saracak kimse kaldı mı? Biz kazanmayı bu kadar çok hak edecek kadar kaybettik mi?!
— Kazanmak için mutlaka kaybetmek gerekmez. Umudunun eriyen bir kar tanesi gibi yok olup gitmesine izin vermemelisin. Bu kadar kolay pes etmek sana hiç yakışmıyor. Denemelisin, hiç yorulmadan denemelisin ve  bilmelisin ki her tecrübe bir tuğla daha koymaktır geleceğine. Ardında kalanları değil, elinde tuttuklarına sarıl... Doğru zamana kadar yenilenmeye ve kendini hazırlamaya daima devam etmelisin. Kendinden kaçamayacağını bu kadar iyi biliyorsan, burayı misafirin için hazırlamalısın... Daha yolun bu kadar başında ayağına takılan çakıl taşları yüzünden pes etmemelisin, dışarıda seninle susmayı, bağırmayı, koşmayı, gülmeyi bekleyen binlerce farklı ruh var. Ama bir tanesi var ki, işte o zamana dek katlanmalısın bu sessiz çığlığa...
Dışarıda yağmur sesi... Sırayla dökülen damlalar, hiç kavga etmeden toprağa dokunma çabasındalar. Tarifsiz bir bereket kokusu süzülüyor içeriye... Yine karşılıklı düşünüyor ikisi de...
— Haklısın... Herkes anlasa keşke yenilenmenin zararsız olduğunu... Bazen o kadar saplanıyoruz ki içimize ne gitmek çare oluyor ne kalmak... 
—Sen nereye saplandığını düşünüyorsun şu an?
—Ben kendime o kadar çok saplandım ki, dünyayı görmüyor gözüm. Kaçan hikâyeleri hissediyorum ensemde ama dönemeden yok oluyor o tatlı telaş... İçimde uzayıp giden bu karanlık patika dışında bir  yol göremiyorum geleceğimde, sanki birisi tüm şehrin ışıklarını söndürmüş...
—Belki de dışarıda gidecek kimse ve bir yer olmadığı için içimizdeki derine yolculuk yapıyoruz, ne aradığımızı bilmiyoruz ama ışığı hissediyormuşuz gibi...
—Bilmiyorum... Sanki bir oyundaymış gibiyim. Bu kez de elimdeki hayatı düşürürsem atılacakmışım gibi bu en sevdiğim oyundan... Son bir hakkım kalmış ve onu da heba etmek istemiyorum, korkuyorum! Ben içime daha fazla düşmek istemiyorum, korkuyorum. Ben daha fazla yalnız karanlıkta kalmak istemiyorum, Kor-ku-yo-rum! İçimdeki bu uçurumun kıyısında tek bir umuda tutunmuşken beni yukarı çekecek bir el bekliyorum. Onda o kadar kaybolacağım ki kendime dair en ufak bir hatıra kalmayacak, adımı dahi hatırlayacağım.
— Bu kadar korkma kendinden. Her içine döndüğünde daha taze bir ruhla, canla başla dönüyorsun yaşamaya. Yüzünde hiç bir maske yok, neysen o. Bu  kadar korkma kendinden ve insanlardan...
—Ben yeterince içimde gezindim ama aradığım beni çok derinlere bırakmış ve kilitler altında koymuşum. Sanki kendimden kaçırdığım bir sır var ve sanki biri bu sırrı öğrense ölecek gibiyim. Ben adı konmuş bir hayat istemiyorum. Kendi yatağında akan bir nehir gibi, iki beden iki ruh o kadar dolu yaşayacağız ki, şelaleden döküleceğimiz o son nefeste aklımıza gelecek o soru "biz neyiz?"... 
— Kurallara ve seni anlamayan insanlara karşı bu kadar öfkeli olmanı anlıyorum. Dalları kırılmış bir ağaç gibisin ve gölgene kurulacak bir salıncaktan dahi korkuyorsun. Kötülükle büyüdüğün için iyiliğin kirlenmiş, görünmüyor... Bu kadar öfkeli olmanın sebebi hep yanlış anlaşılmış oluşun...
— Bilmiyorum. Böyle sessiz ve karşılıklı ne kadar konuşursak konuşalım, kimse bizim suskunluğumuza gizli cümleleri anlamayacak. Yine ağızlarına geldiği gibi yargılayacaklar. Ben yine ne kendime ne birine kaçamayacağım... Belki de 
aynı noktalardan aynı duraklardan geçtiğimiz, aynı insanlarla karşılaştığımız  ama asla hatırlamadığımız bir döngünün adıdır yaşam...
          Soğumuş kahvesine acıyarak baktı. Dinen yağmurun ardından gülümseyen güneş gözünü aldığında oda gülümsedi. Aynada kendine son bir kez daha baktı "Bir gün her şey daha güzel olacak" dedi ve sessizce, karşısındakini öylece bırakarak odadan çıktı.

"Ş"aban "S"arı







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...