YAĞMURDAN KAÇARKEN
Derin bir sessizlik çöktü, saatler dahi nefeslerini tutmuşlar
çıt çıkartmıyorlardı. Ortamdaki tek hayat belirtisi sıcak bir öpücükle kahvenin
koynundan süzülen yoğun dumandı... Dakikalar uzarken sessizliğini bozdu.
—Çok yalnızım bu kalabalıkta. Dedi ve ekledi
—Sanki kendi içimde kayboldum ve şimdi annesini kaybetmiş bir
çocuk gibi ağlamaklı, tanıdık bir eli bekliyorum... Gidecek hiç bir yerim yok,
insan kendinde dahi gidecek bir huzur bulamıyorsa ölmek belki de tek yoldur?
Karşısındaki susuyordu. Sanki kelimeleri damla damla süzerek
düşünüyordu. O durmadan devam etti.
— Bu kadar zor olmamalıyım. Ördüğüm o duvarları artık ben dahi
aşamıyorum, bir yabancı gibi kapı dışından izliyorum kendimi. İçimde kalanlara
anlatamıyorum gerçeği. Bu kadar renkli bir dünyanın zehrini bilmeli insanlar
artık... Bazen keşke diyorum, keşke farklı olmak yerine sıradan bir adam olarak
kalsaydım.
Karşısındaki hala düşünür gibiydi. Derin bir iç
çekerek sanki bir kuyudan su çekermişçesine kurdu cümlesini:
— Günlerdir içinde bulunduğum durumu ne kadar
da güzel özetledin. Özetlemekle kalmadın sanki tüm kördüğümlerim tek bir
dokunuşunla çözüldü. Anlıyorum demek istemiyorum çünkü biliyorum pek çok kez
anlamak yetmiyor.
—Ben kendimi anlatıyorum yine, sen kendini
buluyorsun yine. İşte seninle ne kadar çok ortak anlam yüklemişsek yaşama,
kendimizden de o kadar uzak kalıyoruz. Belki de sen bana gidiyorsun, ben sana
ama asla karşılaşmıyoruz...
Tanıdık sessizliğin içinde birer yudum aldılar
kahvelerinden. Düşüncelerinin uğultusu vuruyordu sanki bakışlarına ve
fırtınalarını göstermemek için gözlerini kaçırıyorlardı birbirlerinden. Devam
etti diğeri.
—Bu zamana kadar en çok kendimden kaçmak
istedim. Kendimi ardımda bırakıp gitmek istedim ama buna imkânımız yok maalesef.
İnsanın tüm sırlarını bilen bu düşmandan saklanabileceği, güvenli bir yeri
yok... Sağanak yağmurları kıskandıracak kadar ağlamak ve tüm bu sorunlarımı
dökmek istiyorum fakat kuru bir pınar gibi gözlerim... Kendimi bir başkasında
unutmak, sevmek istiyorum ama kelimelerimin mevsimi değil... Hep bir güz
havası, hep bir kaybetmişlik hissi benimkisi... Oysa ne kadar da kolay olurdu,
mesela sadece şu masadaki adamın kusurlarını görsem ve içimden gülsem. Olmuyor
işte, herkes bir başkasında ararken hatayı, ben hep kendimde görüyorum.
Bu kadar zor olmak zorunda mıydı yaşam?
Yine aynı sakin ama derin sesiyle cevabını
verirken, elinde sıkılmaktan boğulan fincana bakıyordu:
—Belki de ihtiyacımız olan sadece değişimdir
ha? Biraz farklılık; farklı gözler, farklı sözler, farklı eller. Senin ve belki
de benim gibi insanlar hep bir yenilik istiyorlar, sıradanlaşan her şey
basitleşiyor, yetmiyor bize... İçimizde bir canavar var ve daima aç sanki...
Öteki tüm bu söylenenlere öfkelenerek
—Kaç kez kabuk değiştireceğiz hayatımızda! Aynı bedene hapsolmuş
bir şekilde kaç kez ruhumuzun derisini kazıyarak ardımızda kalacak her şey?
Daha kaç farklı bedene sığınacağız ve hep ölü doğacak düşler!
Sen yeni birileriyle tanışmak, onların tazeliklerini keşfetmek
istiyorsun. Onların içinde kendini unutup yeniden ve hatta en baştan doğmak
istiyorsun, belki de o tüm romantikler gibi hiç elini bırakmayacağın bir çift
el tanımak istiyorsun ama sen hep şunu unutuyorsun; yenilikler için eskilerin
yıkılması gerekir ve sen tüm kurallarını yıkamayacak kadar sağlamsın bu
kuşatmalara rağmen...
—Haklı olabilirsin ama içimizde hep eksik bir parçayla
yaşadığımız sürece asla tam olamayacağımızı sende biliyorsun.
—Bu saatten sonra kimse tam olamaz. Günahlarımızı attığımız o
masum boşluk yaralarımız, geçmişimiz bizim artık. O boşluğa zorla sığdırmaya
çalıştığımız sevişmelerimiz oldu ve herkes bir şeyler kaybetti kendinden. Geçer
dedikçe sızlayan yaralarımız var ve söylesene bana bizi tüm yaralarımıza rağmen
saracak kimse kaldı mı? Biz kazanmayı bu kadar çok hak edecek kadar kaybettik
mi?!
— Kazanmak için mutlaka kaybetmek gerekmez. Umudunun eriyen bir
kar tanesi gibi yok olup gitmesine izin vermemelisin. Bu kadar kolay pes etmek
sana hiç yakışmıyor. Denemelisin, hiç yorulmadan denemelisin ve
bilmelisin ki her tecrübe bir tuğla daha koymaktır geleceğine. Ardında
kalanları değil, elinde tuttuklarına sarıl... Doğru zamana kadar yenilenmeye ve
kendini hazırlamaya daima devam etmelisin. Kendinden kaçamayacağını bu kadar
iyi biliyorsan, burayı misafirin için hazırlamalısın... Daha yolun bu kadar
başında ayağına takılan çakıl taşları yüzünden pes etmemelisin, dışarıda
seninle susmayı, bağırmayı, koşmayı, gülmeyi bekleyen binlerce farklı ruh var.
Ama bir tanesi var ki, işte o zamana dek katlanmalısın bu sessiz çığlığa...
Dışarıda yağmur sesi... Sırayla dökülen damlalar, hiç kavga
etmeden toprağa dokunma çabasındalar. Tarifsiz bir bereket kokusu süzülüyor
içeriye... Yine karşılıklı düşünüyor ikisi de...
— Haklısın... Herkes anlasa keşke yenilenmenin zararsız
olduğunu... Bazen o kadar saplanıyoruz ki içimize ne gitmek çare oluyor ne
kalmak...
—Sen nereye saplandığını düşünüyorsun şu an?
—Ben kendime o kadar çok saplandım ki, dünyayı görmüyor gözüm.
Kaçan hikâyeleri hissediyorum ensemde ama dönemeden yok oluyor o tatlı telaş...
İçimde uzayıp giden bu karanlık patika dışında bir yol göremiyorum
geleceğimde, sanki birisi tüm şehrin ışıklarını söndürmüş...
—Belki de dışarıda gidecek kimse ve bir yer olmadığı için
içimizdeki derine yolculuk yapıyoruz, ne aradığımızı bilmiyoruz ama ışığı
hissediyormuşuz gibi...
—Bilmiyorum... Sanki bir oyundaymış gibiyim. Bu kez de elimdeki
hayatı düşürürsem atılacakmışım gibi bu en sevdiğim oyundan... Son bir hakkım
kalmış ve onu da heba etmek istemiyorum, korkuyorum! Ben içime daha fazla
düşmek istemiyorum, korkuyorum. Ben daha fazla yalnız karanlıkta kalmak
istemiyorum, Kor-ku-yo-rum! İçimdeki bu uçurumun kıyısında tek bir umuda
tutunmuşken beni yukarı çekecek bir el bekliyorum. Onda o kadar kaybolacağım ki
kendime dair en ufak bir hatıra kalmayacak, adımı dahi hatırlayacağım.
— Bu kadar korkma kendinden. Her içine döndüğünde daha taze bir
ruhla, canla başla dönüyorsun yaşamaya. Yüzünde hiç bir maske yok, neysen o. Bu
kadar korkma kendinden ve insanlardan...
—Ben yeterince içimde gezindim ama aradığım beni çok derinlere
bırakmış ve kilitler altında koymuşum. Sanki kendimden kaçırdığım bir sır var
ve sanki biri bu sırrı öğrense ölecek gibiyim. Ben adı konmuş bir hayat
istemiyorum. Kendi yatağında akan bir nehir gibi, iki beden iki ruh o kadar
dolu yaşayacağız ki, şelaleden döküleceğimiz o son nefeste aklımıza gelecek o
soru "biz neyiz?"...
— Kurallara ve seni anlamayan insanlara karşı bu kadar öfkeli
olmanı anlıyorum. Dalları kırılmış bir ağaç gibisin ve gölgene kurulacak bir
salıncaktan dahi korkuyorsun. Kötülükle büyüdüğün için iyiliğin kirlenmiş,
görünmüyor... Bu kadar öfkeli olmanın sebebi hep yanlış anlaşılmış oluşun...
— Bilmiyorum. Böyle sessiz ve karşılıklı ne kadar konuşursak
konuşalım, kimse bizim suskunluğumuza gizli cümleleri anlamayacak. Yine
ağızlarına geldiği gibi yargılayacaklar. Ben yine ne kendime ne birine
kaçamayacağım... Belki de
aynı noktalardan aynı duraklardan geçtiğimiz, aynı insanlarla
karşılaştığımız ama asla hatırlamadığımız bir döngünün adıdır yaşam...
Soğumuş kahvesine acıyarak baktı. Dinen
yağmurun ardından gülümseyen güneş gözünü aldığında oda gülümsedi. Aynada kendine
son bir kez daha baktı "Bir gün her şey daha güzel olacak" dedi ve
sessizce, karşısındakini öylece bırakarak odadan çıktı.
"Ş"aban "S"arı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder