Erkek Tarafı
Alkolün
verdiği yetkiye dayanarak akan zamanların suçu değil hiç bir şey. Dilin ucunda
hapsolmuş konuşmaların tahliyesi için bahane içmek. Birazdan ışıklar kapanacak
ve anasonun kapısı açılacak burada. Sonra, anılar, pişmanlıklar, kadınlar ve
umutlar kapıdan elini kolunu sallayarak dizlerimize oturacak. Bana benzeyen
çocukluğuma ağzı süt kokan, yüzü gözü doğru konuşmaya bulanmış hikayelere
başlayacağım... Tüm anlatacaklarım hayatın namlusunu aklına dayamış, tetiği
çekmek için bekleyen korkaklığımın rüyası. Hayat, gerçek anlamda uykusunda
sızmış bir Tanrı'nın rüyasından başka ne olabilirdi ki zaten...
Masayı
ablukaya almış üç adamın eline yüzüne bulaşan zaman, gündüzleri yemek masası
geceleri rakı masasına dönen masal kahramanı dikdörtgen masaya akıyor. Oradan,
damarını henüz terk etmiş sıcak kan gibi tahrik edici kıvrımlarla gecenin
karanlık sokaklarına kendini bırakıyor... Masanın çevresini kuşatan üç adam
birer baykuş gibi sandalyelerine tünemiş önlerinde ağır ağır büyüyen kelimelere
bakıyorlar. Kelimelerin bu sükut dolu anlaşmayı bozmasına en fazla bir kaç
duble olduğundan habersizler elbet... Bunu ancak kelimelerin Tanrısı yazarınız
olan ben ve onun Tanrısı olan O biliyor.
Birbirinden
daha looser*olmayan bu üç kaderin birlikte olma sebebi de birbirlerine aynı
umutla bağlı olmaları. Tüm looser'lar gibi düştükleri çukurda yalnız
olmadıklarını bilmek onlara yaşamaya sebep veriyor. Konuşmaya sebepleri,
unutmaya sebepleri olan insanlar için yaşamamak için bahane de kalmıyor...
Sessizliğin
büyüsü altında, aklındaki kadınların gözlerinden damarlarına alkol veren bir
hemşireye benzeyen rakı bardağına bakıyorlar.
Aklımızdaki kadınlar... Aynı zamanda aklında olduğumuz kadınlar... Üç
adam, üç kadın. Üç kadın başka üç beş adam. Üç beş adamın bir kaç kat fazla
başka kadınları... diye uzayan sonsuz denklemin tek bilinmeyenli sessiz
harfleri olan bu üç adam konuşmaya başlamadan önce gelmişini geçmişini silip,
tertemiz başlangıçlar yapamadıkları için susma haklarını kullanıyorlar. Rakının
ağzı bıçak gibi keseceği zamana biraz daha varken zihin ekranlarındaki
karıncalanma, yürek ceplerindeki sızı ocağın üzerinde sakin kaynayan süt
tenceresi gibi durgunlar.
Konuşmak.
Yani konuşabilmek pek moda değil coğrafyamın maruz kaldığım noktalarında.
Aslında ne güzel olurdu konuşmadan anlaşabilsek, hayvan gibi. Bazen aklımdaki o
su berrağı düşünceleri, duyguları ifade edecek kelimeleri bulamadığım için
uzuuuuuun yazılar yazarak arıyorum sesimi belki de? Belki de benim tarzım
budur? Konuştukça karşımdaki camlar kırılıyorsa, sırları dökülüyorsa güzel
aynaların ve canları yanıyorsa
çocukların, sesim zehirli uğursuz bir cadıdır belki? Belki kelimelerimin
ucu daha yumuşaktır. Yayından çıkan düşüncelerim, hedefini daha az
yaralıyordur? Bu üç adamın biri benim, belki. Kim olduğunun önemi yok bunları
söyleyenin. Asıl önemli olan; hayatın kısa, kuşların göçebe olduğunu unutmadan
söyleyebilmek ne varsa içinde. Çünkü pembe bulutlar en çok söylenmesi
gerekenlerin havada görünmez bir darağacında idam ediliyor oluşuna ağlar...
Masum gelecekler yerine, boynunda ölüm moru pişmanlıklar. Ardı arkası
kesilmeyen tesadüfe bırakılmış sözler.
Kendine uygun bir beden bulamamış ruh gibi kendine ait cümleler
bulamayan bir sohbet konusu. Biz böyleyiz. Bunu biz istedik.
Acının
en dayanılmaz saatinde uyumayan üç adam göğüslüyor dünyanın ağrısını
sırtında... Bu vakitte lafı yalnızca sarhoşlar ve konuşacak çok şeyi olan
düşünürler uzatmaz. Bu üçü her ikisini olma konusunda yetenekli fakat ikisini
de olmamayı seçen arafta çift vardiyalı
çalışan Cümle mühendisleri. Mizaçları gereği gerekmedikçe doğru konuşmazlar.
Uzun
sessizliklerin uzun konuşmaları olur. Bardaktaki rakı miktarı azaldıkça,
düşüncelerin önündeki siyah perde aralanıyor. Perde arkasında son provalarını
yapan usta oyuncu, rolüne hazırlanıyor. Zaman genç bir adamın kirpiklerinde
sallandıkça, kalabalıklaşan kelimeler büyük gruplar oluşturuyorlar. Toplumsal
huzur için hazırlanan kelimeler, sokağa dökülmek için dilimizin ucunda
birikiyor.
Karşımdaki
adam. Üç adamın ikincisi. Boş gözlerle dalıp gittiği yanan sigaranın dumanını
takip ediyor. Striptiz direğindeki bir kadın gibi kıvrılan dumana bakarak neler
düşündüğünü anlamamıza az kaldı ve aklında vakti geldiğinde hatırlamak üzere
hazırladığı bol ödüllü bir filmden sahneler var. "Kendi cümlelerini,
başkalarının kitapları, filmleri ve müzikleriyle beslemek yaşamanın en güzel
kanıtıdır. " der ikinci adam hep... Ne haklı. Bu masadan kalkıp sokağa çıktığımız anda
#hayatsokakta diye bağırabiliriz. Aynı şairlerin aynı dizelerine dalıp ayrı
hikayeler kurar; aynı filmdeki aynı sevişme sahnesinde ahlayıp vahlayabiliriz.
Aynı ilahi sesin tınısında, aynı notada, aynı şarkı sözünde başbaşka insanlara
mesaj atmaktan kendimizi alıkoyabiliriz. Ya da yukarıdakilerden hiç biri. Aynı
anda, karşılıklı bir şekilde yüreğimizden geçeriz. Karşılaşmadan...
Adamların
ilki. Bir kaç yaş var ötekilerle arasında. Bu yüzden ne zaman masaya otursa
kendini eksik hissediyor. Hayata ve alkole biraz geç başlamış. Öyle diyor. Bu
yüzden abilerine yetişmek için hızla tüketiyor ve her seferinde ilk ağlayan o
oluyor. Şimdi fırtına öncesi denizler gibi sakin ve dalgasız duran çocuk
birazdan kocaman bir fırtınaya meydan okuyacak... Acemiliğinin ve hızlı çakır
keyifliğinin ipleri eline almasından önce çocukluğunu gizlemek için susup, abilerini
izliyor..
Üçüncü
olarak sizlere kendimi anlatmayacağım. Kendimi anlatsam da yanlış
anlaşılacağımdan adım gibi eminim çünkü. Birinin beni anlaması için
kelimelerden çok daha fazlasına ihtiyacı var.
Sigaralar
sönüyor, rakılar doluyor… Ruhun keyfine göre seçilen parçalar hayatın arka
fonunda ağır ağır icra ediliyor çeşitli sanatçılar tarafından…
Adamlardan
biri “ Hatırladım” diyor önünde ömrünün son demlerini yaşayan sigaraya
bakarken. Birinin “Neyi?” demesini beklemeden devam ediyor:
“Onu
unuttuğumu hatırladım. İnsanın unutamayacağını düşündüğü birini unuttuğunu
hatırlaması çok boktan bir durum gibi görünebilir ama öyle değil… Birini
umutsuzluk içerisindeyken dahi unutmak… İşte bu yaşamanın, devam edebilmenin en
güzel örneği.”
“O
unuttuğun kadın belki şu an seni hatırlamıştır ama gururu yüzünden seni
aramaktan vazgeçmiştir? Sen ara diye dua etmiştir. Rakı tanrısı sesini duyup
seni uyandırmıştır, ne dersin?”
Hayatta
ne yaparsanız yapın sakın rakı masasındaki bir erkeğe umut vermeyin! Çünkü O bu
cümleden sonra başını rakıya gömüp, elini telefondan uzak tutmak için ancak 2
saat 13 dakika dayanabildi. Mesajına asla cevap alamayacağını bile bile üstelik…
Gece
sessizliğini bırakıp adamların ses tellerine sahneyi bırakmaya başlamıştı.
Adamlar birer ikişer özlemlerini, geleceklerini, gerçekten sevdikleri ama yanlarında olmayan insanları konuşuyor,
ölümden, sevişmekten, ayrılıktan ve hayatın kendisinden bahsediyorlardı
durmadan.
Birkaç
yıl, sırf aynı sınıfta olduğun için her gün yüzüne bakmak zorunda olduğun ama
okul bitince görmek istemeyeceğin onca insanla, her gün her dakika görüşmek
istediğin ama bazı anlaşılmaz nedenlerle – gurur, korku, bıkkınlık, uzaklık vs –
bir türlü iki kaderini birleştiremeyen insanlar arasındaki bir ip cambazı
gibiyim. Çaresizlik tanımı.
Adamlar
diyaloglarını masaya bırakıyorlar. Yazılmayacak, duyulmayacak ve asla
hatırlanmayacak diyaloglar. Kahramanları aynı, senaryoları aynı, Yönetmenleri
aynı ama sonu hep hüsran olan o film gibi işte…
.
.
.
.
.
.
.
.
Tüm
bu konuşulanlardan sonra rakı bitiyor. Gün gözlerini ovuşturarak dağların sıcak
koynundan göğün soğuk sularına kendini bırakmak üzere…
Adamlardan
ikincisi son damlasına kadar kanını emdiği rakı şişesine bir, dışarıda ağaran
havaya bir, odadaki adamlara bir, her şeye her kese birer bakış attıktan sonra
dudaklarındaki ıslaklıkla
“Bazı kadınlar… Bazı kadınlar
bizi gereğinden fazla dinler, ciddiye alırlar. Dinlemesi gerekenler yani tüm bunları anlatmamız gerekenlerse asla
dinlemez, inanmaz ve güvenmez… Rakıya konuşmak o yüzden kıymetli. Rakıya
konuşmak, o kıymetli kadınlara konuşmaktır çünkü. Tüm konuşamadığımız ama
unutmadan ruh cebimize sakladığımız kadınların bihaber ömürlerinin şerefine!”
Boş
kadehler son kez havaya kalkıyorlar. Yuvarlak masa şövalyelerinin kılıçları
gibi çift vardiyalı emekçi masanın ortasında onur ve gururla, bir geceyi daha
erkeklerin hayatlarına mıhlamanın zevkiyle buluşuyorlar. Öpüşüyorlar.
Düşünüp
adamın dediklerine hak verdikten sonra “ Bu hangi filmdendi” diye soruyorum.
“Bizim
hayatımızın filminden”.
Hani diyorsun ya çoğu yazında, insan cesaret edip karşı tarafa tüm düşüncelerini söylemeli. Peki ya sen? Her defasında söyleyebiliyor musun düşündüklerini, duygularını anlatabiliyor musun?
YanıtlaSilKesinlikle söylemeli. Bu coğrafyada imkansıza yakın olan bu durumu her seferinde savunacağım.
SilBana gelinceyse her defasında her şeyi açıkça konuştuğum zamanlar oldu ama uzun süredir prensip olarak susmayı ya da yazmayı tercih ediyorum. Karşındakinin anlayacağı kadar olduğu için tüm duygular, kendimi çok yormuyorum. Bu konuya takıntılı oluşum, ruh cebimde uzun konuşmalarımın oluşundan zaten Sayın Okuyucum... Uzun hikaye yani ;)
Bende söylenmesi gerektiğini düşünüyorum çoğu zaman ama insan bazen karşısındakinin tepkisini bilmediği için susmayı ya da sen gibi yazmayı tercih ediyor..
SilBenim yazma nedenim, konuşmalarımı sakındığım kadınların ya da dostlarımın tepkilerini bilmediğim için değil. Bir insanın tepkisinden çekindiğin için "içine atmak" yeryüzündeki en karanlık delik. Çıldırırsın. Attığım şeyler oldu, kendimce sebeplere sığdırdığım için. Ama hiç içimde kalan soru işareti de olmadı mesela. Sen çoğu zaman değil her zaman içindekini söyle, bırak karşıdaki düşünsün. Bu mantık iyidir. Ben söyleyeceklerimi söyledim, ama söyleyemediklerimi yazmadım. Aksine söylediklerimi ve aklımdaki senaryoları yazıyorum. O kadar. Bunu da burdan açıklamış olayım senin - ben siz kelimesini saygıdan saymam, saygı çok daha büyük bi kavram- sayende Sayın Okuyucum.
Sil