Gelecek Sıkıntısı
Tavana konmuş sinekle
bakışıyorum gözümü açtığımdan beri. Bankadan gelen telefona uyanmış, söverek
telefonu kapattıktan sonra da sinekle birlikte yerimden kalkmaya bir güç
bekliyordum. Bir kez uyandıktan sonra uyuyamıyordum ama kalkacak gücü de
bulamıyordum. Saat sabah 10 falan. Bir fabrikadaki işçinin uykusu daha
açılmamış, bir ofiste ilk kahveler henüz içiliyor, bir öğretmen 3. Dersten
itibaren sesini kısmayı başarmış ve belki de sanayide bir çocuk yanlış
getirdiği anahtar yüzünden günün ilk küfrünü işitmekteydi.
Ben de uzanmış yataktan kalkacak
bir amaç bir neden arıyordum fakat aradığım hiçbir şey gibi bunu da
bulamıyordum. Ben de bazı okulları bitirdim, bazı hobilerim vardı ancak bir
şeyler yapma yeteneğimi kaybetmiş gibiyim birkaç aydır. 23 yaşında öldüm ve
aylardır gömülmeyi bekler gibiyim.
Birkaç ay önce, bir gece çok
içmiş evin yolunu zor bulmuşken bir çocuk yolumu kesti. “ üşüyorum, açım abi.
Para ver” dedi. O kafayla nasıl düşündüğümü hatırlamıyorum ama çocuğa cebimdeki
tüm parayı verecek kadar cömerttim galiba. Onun o anlık mutluluğu sanki
yıllardır bende kapalı olan bir perdeyi çekerek içime bir şeyler doldurmuştu.
Tüm büyük sayılabilecek insan var varlıklara olan nefretim de bunlardan biri
sayılabilirdi. Sonuçta oyun oynaması gereken yaşlarda sokakta açlığı, soğuğu
öğrenmiş bir çocuk suçlu değildi. Vicdansız büyükler suçlanmalıydı.
Ayıkken ağlayabilen bir insan
değildim fakat sarhoşken her şey gibi ağlamak mantıklı gelmiş ancak çocuğun bu
haline ağlayarak tepki gösterebilmiştim. Eve vardığımda olduğum gibi yatağa
yığılmıştım…
Ertesi sabah devasa bir baş
ağrısıyla uyandım. Çalıştığım yeri arayarak hasta olduğumu söyledim. Görünürde
tabiki de hasta falan değildim fakat ruhum inanılmaz bitkin görünüyordu.
Göğsüme oturmuş bir ağırlık beni yatağa bağlıyor, göz kapaklarımı çekiştiren
bir güç beni karanlığa çekiyordu. Klinik tedavilerde buna depresyon, melankoli
gibi terminolojik afili teşhisler verilebilir. Adı verilmemiş her durum
insanlığın en büyük korkusu çünkü, evet. Ben içimdeki bu yeni hissiyse şöyle
tarif ederdim; sessiz geceyi yırtan bir patlama sesinden sonra evlerdeki o
çaresiz panik-korku arası bekleyiş gibi bir durum. İçimde kimse ölmedi henüz
fakat eminim ki bir şeyler eksikti.
Yataktan bin bir güçlükle
kalkıyor, kendimi hemen duşa bırakıyorum. En sıcak ayarda etim yanarken, içim
üşüyordu. Su sanki yıllarımın kirli hatıralarını temizleyebilirmiş gibi
kaşıyordum kalbimi. Duştan sonra içtiğim kahve tadını alamıyordum. Boğazımdan
geçen her şey organik cinayet tadındaydı. Anlatılamaz bir bıkkınlığın tam
ortasında çaresiz ve yapayalnızdım.
Ertesi gün, sonraki gün derken
haftalar geçti. Birkaç ay bile geçti ancak içimdeki bu bıkkınlık sıkıntıya
dönüştü ve bu oluşan sıkıntı olduğu gibi içimde kaldı. Her şeyden elimi eteğimi
çektim. Önce işimi bıraktım. Hiçbir zaman sevmediğim bir işti. Yükselmek ve biraz fazla para için insanlığın
ne kadar alçaldığını görmekten, yüzüme gülüp ardımdan atıp tutan riyakar
arkadaşlardan ve hiçbir şeyden anlamayan müşterilerden bıkmıştım. Ne zamandır
düşündüğüm ancak daima ertelenecek bir sebep bulduğum bu fikri, hazır ölümüne
sıkılmışken yapamasaydım bir daha yapamazdım.
Sonra telefon numaramı
değiştirdim. İyi olup olmadığımı gerçekten merak etmeden yalnızca ihtiyaçlar
söz konusu olduğunda arayan ya da hiç aramayan herkese öfkeliydim. Yeni
numaramı da yalnızca kız kardeşime verdim. Hayatta güvenebileceğim beni
gerçekten düşünen bir tek o vardı çünkü. Ben de onun her şeyiydim. Bu kısım
uzun bir aile dramı hiç girip de sizin acınası bakışlarınıza maruz kalmak istemiyorum.
Sıkıntım bana yeter.
İşsiz ve telefonsuz kalınca
yatağıma daha da bağlandım. Market işlerini de kapıcıya havale ettikten sonra
ev benim bedenim oldu ruhumu tecritte tuttuğum.
24 saatin 24 ü de artık benimdi.
Oley. Oradan bakınca hayal
ettiğiniz hayata kavuşmuş gibi görüyorum. Ancak o işler öyle olmuyor işte.
Mecburiyet bazen insanın
motivasyonudur. Artık istemediğim hiçbir eylemi yapma mecburiyetinde değildim.
Biraz rahatlar gibi oldum üstelik böyle olunca. Ruhuma temiz hava geldi sanki.
Önce not ala ala uzun listeler haline gelmiş, bir türlü vakit bulup da
izleyemediğim tüm filmleri izledim. Okumak istediğim her kitabı ağır ağır
sindire sindire okudum. Bunlar üzerine düşündüm. Kendimi aramak gibi bir şeydi.
Sonra çokça spor azıcık meditasyon yaptım. Kendimi dinlemek, keşfetmek gibi bir
şeydi. Son ses müzik eşliğinde dans ettim, yeni yemekler yaptım. Kendimi
kendime tanıtmak gibi bir şeydi.
Can sıkıntısı tam gitti, harika
bir hayatın perdesi açıldı , artık kendimi doğaya bırakacağım dediğim ve kamp
için her şeyin hazır olduğu akşam aklıma o çocuk geldi. Oturdum kocaman bir
şişe şarap eşliğinde kendimden başlayarak tekrar her şeyi sorgulamaya ve
düşündükçe o kendime dair yaptığım her şeyin yerini koca sıkıntı yeniden almaya
başladı.
Hayat kimseye adil değil evet
biliyoruz. Çocukların en azından bir şansı olmalıydı. Çocuklar oyun oynamalı ve kendilerini yaşam
kavgası içinde hemen bulmamalılardı. Bu benim varlığımı dağıtan bir etkiydi
demek ki yeniden sıkılacak kadar boş vakte sahiptim . isyanım var ulan
diyemeyip, yanlışa göz göre göre engel olamamaktı belki de beni sıkan, kabuğumu
sıkıştırıp elimi eteğimi yaşam denilen karmaşadan çektirerek beni bir çığlık
gibi kullanan bu can sıkıntısı o günden bu güne benimle birlikte geldi.
İşte sinekle bakışacak kadar
yatağa düşüşümün öyküsü. Özendiğiniz hayat üçüncü günden sonra eziyetiniz
olabiliyor. Ne istediğinize dikkat edin. Arzuladığınız boş vakte aniden sahip
olmak sizi daha hızlı öldürmeye yetebilir. Ben asla ölmüyordum bundan emindim,
yalnızca sıkılıyorum. Konuşacak bir kedim bile yoktu ki sıra konuşacak bir
insana gelsin. Ve bu suskunluk sıkıntıya sıkıntı ekliyor. Boşaltılmamış bir
düşünce yığını haline geliyor kafamın içi. Yapacak bir iş de kalmadığı için
bedenim de kendini sıkıntının koynuna bıraktı. En sevdiğiniz, yapmak için en
küçük bir fırsatı kolladığınız her türlü etkinlik bir yerden sonra sıkıcı
geliyor, en kötüsü bu işte. Sıradanlaşan
her şey beni öldürebilir gibi.
En acısı daha az sıkılmak
için daha çok yatakta kalmaya çalışıp,
uyumak için direnmekti. Uykumu bir afyon gibi kullanıyorum. Günün cebinden
birkaç saat daha yaşam çalacak vakti kolluyorum.
Bugün uyandığımda sanki kendime
sonunda bir amaç bulmuştum. Bu amaç yaşama amacıydı. Kaliteli yaşamak için
gereken gücü kendime bir anda aşılamış gibiydim. İçimdeki bu can sıkıntısını
bir kuluçka dönemi gibi kullanarak kabuğumu kırıp yepyeni bir ben olarak
uyanmış birden yataktan fırlamıştım. Sıkıcı gelen her sabah aktivitesi daha bir
başka pencereden gözüküyordu gözüme.
Artık kendimin iplerini elime alma zamanı! Bu can sıkıntısı da sıkmıştı zaten. Hiç olmadığım kadar kendim olarak yeniden
döndüm. Göründüğüm gibi değildim ama olduğum gibi de değildim. Yeniydim. Başkaydım.
Önce evin temizliğini hallettim.
Her şeyin her yerde olan halini düzelttim. Masalardaki kitapları defterleri
güzelce dizdim. Sonra kız kardeşimi arayarak akşama beni dışarı çıkarmasını
istedim. Can sıkıntısının gidişi kutlamamı kimle yapacaktım başka? Aradığımda
heyecanlandı aylar sonra abisi bir şey istemişti ondan çünkü. Gerçekten bahane
sayılamayacak bir işi olduğu için kabul edemedi başka bir zamana erteledi bu
kutlamayı. Aklıma birkaç isim geldi fakat aynı sıkıcı diyalogları duymamak için
onları hemen unuttum. Bu can sıkıntısına bir gün daha dayanamazdım, kutlamayı
ben kendim tek başıma yapacağım. Hemen hazırlandım.
Akşam çökmüş. Gece avlanan
hayvanlar gibi insanlarda evlerinden birer ikişer çıkıp kendilerini mekanlara
bırakıyorlardı. Aylar sonra ilk kez gökyüzü altında betonsuz çıplaklık içinde
yürümek başımı döndürüyor. Sokaklarda insanları izleyerek yürüyorum.
Hiç bilmediğim bir mekana gitmek
istiyorum. Yeniliğimi yeni bir yerde taçlandırmak, kutsamak gayesindeyim. Gözlerim mekanları tarıyor, beni çağıran bir
işaret arıyorum.
Bir süre dolaşıyorum. Bir an
durdum ve yıldızlara bakmak için başımı kaldırdım. Bu açıdan çok görünmeselerde
gözüme bir tabela çarptı. Önümdeki binanın en tepesinde bir mekân vardı. Kaç
kez buradan geçmeme rağmen ilk kez dikkatimi çekmişti. Bu bir işaret olmalıydı.
Yıldızların rehberliğinde mekana doğru yürümeye başladım.
Adını anmadan hiç direk mekana
giriyorum. İnsanların yüzlerindeki acılara şahit olmaması için loş bir
ışıklandırma tercih edilen ortam, daha
çok ahşap öğelerle de desteklenerek otantik bir hava yaratılmış. 10-15 masa var
ve çoğu boş. Çiftli tekli masalarda
herkes kendince bir yaşamın içinde. Ben
de terastan şehri gören boş bir masaya oturuyorum. Garsona bir bira ve biraz
çerez söylüyorum.
İnsan kendiyle evde baş başa
otururken mutlu olabilecek konuşmalar bulabiliyor fakat insan içinde bu bir
hayli delilik. Etrafımdaki yalnız, çift
herkes olmadığı ama sırf birilerine kendini beğendirecek vasıflara sahipmiş
gibi bir durumda. Bense yalnızlığımın ve kaybolan sıkıntımın tadını ağzımda
bozuk bir gülümsemeyle süslüyorum. Biraz konuşmak, bir kez sevişmek, tamamen
tanışmadan yaşamak için insanlar ne hallere giriyor buna gülüyorum. Onca anlamsız kişiliksiz hareket hep
yalnızlık korkusu. Beğenilmeme üzüntüsü ve sıkılganlık dürtüsü. Yazık. Hepimize
çok yazık. Herkesin kendince haklı olduğu
bir dünyada yaşamak bir hayli zorlaştı doğrusu.
Herkes her şeyden biraz. Tam olan hiçbir ilişki, hayat , merak kalmadı.
Hiç vaktimiz yokmuş gibi dar alanda her meraka koşmaya çalışıyoruz. Eziyoruz
bazılarını, kalpler kırıyoruz ve farkında bile değiliz. Durup kimsenin ince
hikayeleri dinlemeye vakti yok, yok çünkü kendimizi bile dinlemekten anlamaktan
aciziz. Her durumla kavgalıyız. Her şey öfkeli.
Bunları düşünürken biram geliyor, düşüncem dağılıyor.
Hiç tanımadığım bir mekanda yeni
bir adam gibi otururken mutluluğun damarlarımda yavaş yavaş çözüldüğünü
görüyorum. Alkolün yetkisiyle sıkıntı yerini umuda bırakmaya başlıyor.
Sığınacak tek yerim şuan hiç tanımadığım bir mekanda aşina olmadığım,
yargılanmadığım insanlarla birlikte bir kaderi yaşıyor olmak.
Ben tüm bu birkaç ayın özetini
kendi kendime çıkartıp, dersimi alırken kendime borçlu çıkıyorum. Hesabı
görmeye çalışırken karşı masama bir kadın oturdu.
Göreceli bir güzellik
anlayışında bile güzel sayılabilir. Düz saçları küçük yüzünü biraz daha
küçülterek masumane bir hava katmış ona. Alnındaki yazılı hikayeleri saklamak
ister gibi bıraktığı perçemi de ayrı bir seksapellik katmış ona. Her anlamda
alımlı olan bu kadın, kendinin de farkındaydı. Merak ettiğim teninin rengi
değil, ruhundaki hikayelerdi. Hemen hemen tüm tenlerin tadı aynı fakat hiçbir
ruhun öyküsü benzer bile değil. Kocaman gözlerinden bu kadında yarım kalmış ama
biten bir hikayenin görüntüsünü görebiliyorum.
Fakat bu ona sanki yaşam vermişti tıpkı sıkıntının bana verdiği gibi ve
o da bir kutlama yapıyor gibi umutla garsonu arıyordu. Kollarındaki dövmeler masaya bir kitap gibi
uzanmış açılıp okunmayı bekliyor gibi…. Ah nereden çıktı bu kadın şimdi.
Bir an dalgınlaştı. Çevreye
karşı da ilgisizdi. Önceden olsa asla birine bu kadar uzun bakıp, onun hakkında
düşünmez, gözlerimi kaçırır, utanırdım. Fakat utancımı da sıkıntının kollarına
asmıştım.
Tanımadığım bir kadını tanıma
merakı içimde yeniden tanımlanmaya müsait bir his uyandırıyordu. Biramdan bir
yudum daha aldım o an o da başını ağır çekim bir sahneyi izler gibi kaldırdı ve
göz göze geldik.
Gülümsedi mi bana mı öyle geldi
hiç emin değilim. Fakat kesinlikle bu yarına aktarılmayacak bir sıkıntının sonu
ve yeni bir geleceğin başlangıcıydı, yemin ederim.
ŞABAN SARI
Bu güzel yazı için teşekkürler bayım. Sürükleyici ve herkes gibi
YanıtlaSil