Adına sığınıp, başlıyorum önsözümün sana ait satır aralarına. Şiir gibi
yaşayarak hissediyorum geldiğindeki senle, bittiğindeki sen arasındaki tüm kelime zamanlarını. Aktıkça gözlerimden
saniye saniye sen, yaşlandım bir nefes daha varlığından uzak bir cümlenin
başucunda. Haberin olmadan büyüttüğüm sıcacık hayallerin üzerine sinen kokun,
tenimi yakarken geçmiş zamanlarda, şimdilerde hepsi küf tutmaya yüz tutan bayat
bir ayrılığın yara bere izi; hiçbir estetik operasyonla temizlenemeyeceğim
senin ipuçlarından. Olay mahallinde kalan parmak izlerim dahi sana işaret
ediyor! Bu kadar olur ayrılığın şaşırtan mutasyonu. Literatürümdeki hislere aşkla
başlayıp acı ile nokta koyduğum devrik çevirilerde yalnız kalan kimsesiz bir
cümleyi sen mealiyle açıklamak topu topu üç harftir: Y O K’ luk; Yüreğimdeki
sen’in karşılığı; yukarıdan aşağıya üç harfli? Söyle hangisi?
Ezberimden söylerken aklıma seni getiren şu şarkılar, gramofonun
iğneleriyle akupunktur yapıyor yüreğime. Aşkı acıya çeviren ayrılık tümörü
yayılıyor baktığım dokunduğum söylediğim her şeye… Gözlerindeki her anı
dikkatle izleyen koca ülkeme sırtını dönerek gitmek fiilini ifşa ederken, lal
olan dilime sessiz bir şarkı dolanır eskilerden “ sende başını alıp gitme, ne
olur”. Gitmek ve kalmak arasındaki çekim eki ölmek… Ölü bir şehrin üzerinde
kara bulutların gidişine yağan ağıt, cayır cayır yakılır geride kalan birkaç
ihtiyar duygunun teninde. Ölü bir şehrin, yangın yeri yüreğinden bakıyorum
senden kalan son (foto)romanlara konu olacak ucu yanmış albümlere. Hala sıcak
gözlerin, çok uzağa gitmiş olamazsın! Küllerimden doğan Anka’nın sırtında
yetişebilirim taze terk edişine, tutuklatırım seni sevda güçlerine, ama… Cümlenin
sonuna gelen “ama” beni bağlar ölü şehrin sensiz limanına, bir denizci atasözü
söyler martılar “ gitmek isterse gemi, geri gelmeyecektir gittiği limana geri”…
(böyle bir atasözü yoktur)
Ölümüme gidişin sebep olamadı, isterdin belki ardından su gibi dökülmemi… Aslına
inersek ölümümün; beni intihara sürükleyen dudaklarındı. Öpemeyeceğimi ezelden
bildiğim o sırat incesi, cennet tazeliği dudakların işte. Üçüncü sayfadaki
ölümümün haberine, iltifatlarını sıralamayacağım… Cezamı kesip, ruhumun idamına
karar verdiğin günden beri karanlıkta doğan güneşler, yıldızsız bekleyen
dolunaylar geçirdim. Ayrılığın ölüme paralel olduğu vakit kapımı çaldı ardında
kalan cellâtlar. Dokunamadığın boynuma, yağlı kelimeler takıldı. Devrim marşları eşliğinde sorulduğunda son
isteğim, ben kızıl meydan dudaklarını istedim; onu dahi çok gördü sevda tanrısı
bana… Kırk defa seni düşündüm bir saniyede, bir ömür bekledim gerçek olmanı
ellerimde. Bihaber sürdürdün sen yaşamını yaban ellerde, benden uzak
diyarlarda; platonik yalnızlıklar var benim hala ellerimde. Seni tutamayan eller ne işe yarardı, paslı
jiletlerle kestik bileklerimi. Sen kaybından, ölüme çeyrek varıyordum aktıkça
platonik damar kesiklerimden. Üstelik cinayete intihar süsü verecek kadar hünerliydim.
Kaza kurşunu bir ayrılık ateşlenince dudaklarından ölü taklidi yapacak kadar da
maharetsizdim. Maganda aşklara protesto mitingleri düzenleniyor ayaklar altına
alınan vedaların ve ölüme terk edilen hoşçakalların anısına. Kırk defa ayrılığı
andım kaçak sevişmelerimde; bir kerede bitti ömür. Ayrılık az çok ölüme benzer;
hiç beklemediğin anda kast eder aşkın canına, 21 gramlık bir aşkım var, onu da
çok görür bana. Azrail’im sensin biliyor bunu herkes, dudaklarından çıkan zehir
zemberek bitişler, ucu yanık oklar gibi saplanır bendeki senin tam kalbine, sen
benden giderken aldığım o son nefes, kuramadığım o son cümlenin gölgesidir! O
kadar uzun gittin ki, nutkum tutuldu… Gidişine bestelenen sessiz senfoniler,
mahşere kadar kulaklarımda çalınacak…
Dudakların diyorduk
ölüme haber… Ölüme geldik dudaklarına değer… Ayrılığınla biten bitkisel
yaşamımın, otopsi raporundaki ölüm sebebime yazdılar sen diye; anladın mı şimdi
bendeki aşkına armağan ettiğim varlığı; varlığım dudaklarına armağan olsun! Ne
mutlu seni sevene!
"Ş"aban "S"arı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder